17 Mart 2016 Perşembe

İngiliz Spor Yazarı James Corbett'in Şike Yazısının Tercümesi

Değerli Arkadaşlar,


İngiliz yazar James Corbett bundan bir kaç önce Türkiye'deki şike süreciyle alakalı olarak araştırmalar yapmış ve Türkiye'ye de gelerek bir dizi görüşmelerde bulunmuştur. Bu araştırmaların ve çalışmaların sonucunda da Avrupa'da yayın yapan THe Blizzard dergisinde yayınlanmak üzere 12 sayfadan oluşan kapsamlı bir yazı hazırlamış ve ilgili yazı derginin Mart sayısında yayınlanmıştır.


Aşağıda tercümesini paylaşacağımız yazının yer aldığı dergi posta yoluyla Türkiye'ye de yollanmaktadır. Dergiden bir kopya edinmenizi tavsiye ederim. İlelebet saklayabileceğiniz, yabancı arkadaşlarınıza gösterebileceğiniz ve şike sürecini Avrupa spor kamuoyu tarafından saygı duyulan bir yazarın kaleminden anlatan bu yazı aynı zamanda yabancıların bu sürece bakışını da göstermesi açısından önemli.


Bu tür çalışmalar hem şikenin tekrar gündeme gelmesine hem de tüm dünya spor kamuoyunun dikkatinin bir kez daha bu davaya çekilmesine yardımcı oluyor. O anlamda da değerli bulduğumuz bu çalışmayı sabırla okumanızı tavsiye ederiz.



Dergiyi sipariş edebileceğiniz ya da dijital kopyasını edinebileceğiniz link : https://www.theblizzard.co.uk/product/issue-twenty/


Suç ve Ceza mı?

Fenerbahçe'nin şike davasının siyasette dallanıp budaklanan hikayesi

Yazan: James Corbett

Sonbahar solgunluğunda İstanbul'un her yanını sinir bozukluğu, asık suraklı bir vazgeçmişlik ve gerginlik kaplamıştı. Günlerden genel seçim arifesiydi ve İstanbul'un kozmopolit nüfusundaki geniş hoşnutsuzluğa rağmen herkes ülkenin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kazanacağını biliyordu. Bundan üç hafta önce IŞİD ülkenin başkentinde gerçekleşen bir barış yürüyüşünü bombalayarak 102 kişiyi öldürmüş, 400 kişiyi yaralamıştı. Ülkenin Suriye'yle arasındaki güney sınırındaki tarifsiz dehşet her haber bülteninde kendine yer buluyordu. Arka sokakların diplerinde ve parklarda duran ya da trafik ışıklarında dilenen savaş mağduru mülteciler de ülkenin güneyinde yaşanan dehşeti insanların akıllarına getiriyordu. Konuştuğum herkesin kaygıları vardı: can güvenliği, gelecekleri, Türkiye'nin otoriterizme kayışı konusunda kaygılıydılar.
Ama karanlığın içinden titreyen bir ışık görünüyordu. Futbol çoğu zaman olduğu gibi burada da bir anlığına da olsa kafa dağıtmaya yarıyordu.


İstanbul'daki Taksim Meydanı'na birkaç yüz metre mesafede, giriş katında, hemen hemen kimsenin olmadığı bir barın kasvetli havasında, tuttuğu takımın 2011 Süper Lig şampiyonu unvanını alışını hatırlayan orta yaşlı Fenerbahçe taraftarına bir canlanma geliyordu.


Sezonun ikinci yarısında 16 galibiyet ve bir beraberlikten oluşan seriyi hatırlayınca "Bu, büyük bir spor başarısından fazlasıydı" derken Okan Altıparmak'ın gözleri bir o yana bir bu yana gidiyordu; ki 1959 yılında kurulan Türkiye liginde emsali görülmemiş bir performanstı bu.
Sezonun ilk yarısı bittiğinde Fenerbahçe kendini ikinci sırada bulmuştu ve lider Trabzonspor'la arasında 9 puan fark vardı. Altıparmak şöyle diyordu:
"O sene bir sorun vardı. Yeni teknik direktörün [Aykut Kocaman'ın] sistemi takımımızdaki futbolculara uymamıştı. Zira takımı 4-2-3-1'den 4-4-1-1'e geçirmişti. O günlerde Alex de Souza kulübümüzün yıldızıydı ve onun oynayabildiği tek sistem forvetin arkasında tek başına oynayan orta saha pozisyonuydu çünkü Alex de Souza savunma yapmayan bir oyuncuydu. Ancak o zaman takımın defansı iyi oluyordu.


Ondan önce takım kendi kendine cebelleşiyordu çünkü sistem takıma uymuyordu. Bir ritim tutturamıyorduk... Ligin ikinci yarısından önceki arada iki zayıf takımla Türkiye Kupası maçları yaptık ve ikisine de yenildik. Yeni teknik direktörü sevmeyen bir taraftarın teknik direktörün haklı olduğunu söyleyişi hala aklımda"
"Ancak sonra olağanüstü bir şeyler oldu" derken Altıparmağın dudaklarına bir gülümseme yayılıyordu. Altıparmak bir film yapımcısı ve ABD-Türkiye ilişkileri konusunda danışman. Fenerbahçe'yi ailesi kadar iyi biliyor; kanında ve tarihinde Fenerbahçe var. Babası Ogün Altıparmak Fenerbahçe'nin forvet oyuncusu olarak 1960'larda iki kere top koşturmuş ve 4 lig şampiyonluğu yaşamış, Türk milli takımında da 32 kez forma giymiş. 1969 yılında Joe Mercer'in Manchester City'sini Avrupa Kupa'sından yolcu eden golü Ogün Altıparmak kaydetmiş.


Okan Altıparmak sözlerini şöyle sürdürdü: "Türkiye Kupası'ndaki ikinci mağlubiyetin ardından ve ligin ikinci yarısının başlamasından hemen önce teknik direktör [antrenmanlarda] seyircilerin onu yuhalayıp protesto etmelerini bekliyordu. Ama taraftarlar onları çiçeklerle karşıladı. O maçı 1-0 kazandılar ve sonrasında
taraftarlar antrenmanlara gelerek takımlarını destekleyip 'Size inanıyoruz, siz de kendinize inanın' diye tezahürat ettiler"
Galibiyet takımda alışkanlık haline gelmişti. Alex bu yeni sistemde dirilmiş ve yeniden goller atmaya başlamıştı ve sezonu 28 golle gol şampiyonu olarak tamamlayacaktı. Normalde çok zor yenilecek bir takım olan Trabzonspor Ocak ayı sonundaki maçta 2-0 yenildi. Altıparmak "Takım oyunundaki eksiklik yönetilebilir düzeye inmişti" diyor yorumluyor bu durumu. Her hafta taraftarlar Kocaman'a şevk veren tezahüratlar yapmak için antrenman sahasına dönüyordu. Altıparmak şöyle ekliyor: "Taraftarlar takımı destekledikçe futbolcuların güveni arttı. Kazanmaya devam ettik ama maçların hiçbiri kolay değildi".


Sonunda sezon bitimindeki maçlara gelindi. Trabzonspor ile Fenerbahçe 79 puandaydı ama Fenerbahçe bu başa baş mücadelede avaraj farkına sahip olduğu için Trabzonspor'un kendi maçında aldığı skorun aynısını alması, dört yıldır ilk defa süper lig kupasını kaldırmaları için yeterli olacaktı. Önlerindeki maç Sivasspor deplasmanıydı. Altıparmak "Skor önce 3-1 sonra 4-2 ve ondan sonra 4-3 oldu" diye hatırlıyor o maçı. Erman Kılıç maçın bitiminde bir son dakika golü attı. Altıparmak "Eğer 5 dakika daha uzasa o maçı kaybederdik. Sivas yüksek uçuşa geçmişti. Biz ise nefessiz kalmıştık. Şampiyonluğu ucu ucuna kazandık"


Fenerbahçe'nin zaferi üzerine ellerindeki bayrakları sallayan taraftarlar İstanbul'un bazı yerlerinde hayatı durdurasıya bir şampiyonluk kutlaması yaptılar. Fenerbahçe, taraftarlarının gözünde kulübün olması gerektiği konuma tekrar gelmişti.


Kocaman maçtan sonra şöyle konuştu "Bu noktaya nasıl geldiğimizi düşünürseniz, bu şampiyonluğun ne kadar önemli olduğunu anlarsınız. Sezonun ilk yarısında takımımız tamamen dağılmış vaziyetteydi ve biliyorsunuz, Türkiye Kupası'ndan da elenmiştik. Fakat ligdeki durumumuzu tersine çevirmeyi başardık"


Ertesi gün gazete manşetleri Fenerbahçe'nin tarih yazdığını ilan etti; Aykut Kocaman sayesinde bir mucize gerçekleşmişti. Fakat manşetler bir konuda yanılıyordu: ortada mucize yoktu. Türk futbolunun genelinde de bir mucize yoktu. Fenerbahçe şampiyonluk unvanını çalmıştı.
---------


2010-11 sezonunun bitiminden 6 hafta sonra Fenerbahçe'nin beklenmedik zaferi kulübü umulanın tersi bir akıbete sürükledi. Şafak vaktinde yapılan bir dizi polis baskınıyla, aralarında futbolcuların, hakemlerin ve kulüp yetkililerinin olduğu 61 kişi emniyete götürüldü. Gözaltına alınanlar arasında Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım da vardı. Telefon dinlemelerinin, gizli takiplerin yapıldığı ve ajanların kullanıldığı büyük bir operasyon Türk futbolunun kalbine kadar inmiş devasa büyüklükteki şike yolsuzluğunun bağlantılarını ortaya çıkarmıştı.


Bu skandal Türk futbolunun dondurulmasına neden oldu. 2011-12 sezonu bir ay ertelendi ve Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'nden çekildi. Türkiye Futbol Federasyonu başkanı Mehmet Ali Aydınlar şöyle diyordu "Durum çok ciddi; [şike faaliyetlerine dair] kuvvetli deliller var". Ortaya çıkan skandal çerçevesinde Fenerbahçe'nin galibiyet serisindeki maçların 12'sinde şike şüphesi vardı.
Sonraki Temmuz ayında hakim şike davasındaki kararını açıkladı ve farklı kulüplerden birkaç kişiyi suçlu buldu. Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım 6 yıl 3 ay hapse mahkum edilmişti ve onunla birlikte diğer kulüp yetkilileri Fenerbahçe başkan yardımcısı Şekip Mosturoğlu, kıdemli bir Fenerbahçe yöneticisi İlhan Ekşioğlu ve Giresunspor eski başkanı Olgun Peker de hapis cezası almıştı.


Kulüp yetkilileri, şike suçluları ve futbolcular insanı afallatacak derecede pişkindiler. Fenerbahçe ve Fenerbahçe'nin aracıları ile rakip takım futbolcuları arasındaki alışverişler inanılır gibi değildi. Bilinen şikeciler hem rakip takım futbolcularıyla hem de Fenerbahçe hiyerarşisindeki yetkililerle etkileşim içindeydi. Bir vakada Fenerbahçe rakip takım kalecisine 'bu zor zamanlarda [onu] idare etmesi için" döviz cinsinden borç verip sezon bitiminde onu transfer etmeyi vaat etmişti.


İstanbul Başakşehir'de oynamış uluslararası bir forvet olan Türk futbolcu İbrahim Akın verdiği bir ifadede şunu anlatmıştı: "Ben menajerimle maçtan 3 gün önce kendisinin talebi üzerine Big Chefs isimli restorantta buluştum. Kendisi bana Fenerbahçe'den maçlarında gol atmamam karşılığında 100 bin dolar teklif edildiğini söyledi. Bu fikre ilk başta sıcak bakmadım... [Tekrar] teklif gelince [menejerime] SMS atıp 100.000 Dolar yerine 100.000 Euro istedim".


Bir şikeciyle Sivasspor kalecisi arasında, Fenerbahçe'yle yapacakları sezonun son maçından önceki hafta gerçekleşen kayıtlı telefon konuşması yolsuzluğun boyutunu gözler önüne seriyordu. Banta kaydedilmiş konuşmada para tutarları "teslim almak" ve "Pazar öğleden sonra hazır" sözleri geçiyordu.


Söz konusu kalecinin adı maçın ilk 11'inin dışında kalınca şikeciler arasında maç arefesinde gerçekleşen panik dolu telefon konuşmaları da kayda alınmıştı. Şikecilerden birinin "İlk 11'i açıkladılar... Yanlış kaleci [maçta oynayacak]" demesi üzerine onun suç ortağı "Hı?" diye sorunca "ama ileride iki forvet oynatıyor" diye cevap verip kahkaha atıyordu ve dördüncü bir futbolcuyla birlikte rüşvet verilen 3 savunma oyuncusunun adını sayıp "diğerleri" maçta var diyordu.
Sonra da şöyle diyordu: "Çok rahatım. Hatta yani ne bileyim yani çok çok rahatım. Ben şeyi düşünüyorum acaba Mini Cooper mı alsam Peugeot 508 mi alsam".


Maç günü şikecilerden biri Fenerbahçe başkanının erkek kardeşini telefondan arayıp "Oyun planını bozmak istemem ama çekebildiğiniz kadar şut çekin" diyordu.
Maçı tabii ki Fenerbahçe kazandı ve şampiyon ilan edildi.
Sivassporlu bir futbolcu maçın oynandığı günün akşamı "Ne golü atacağım ya ben oraya gol atmaya gitmedim ki, ben oraya bulunmaya gittim" ve "Ne yapayım; Fenerbahçe'yi şampiyon yaptık, gidiyorum" sözleriyle arkadaşına itirafta bulunuyordu.
Sivasspor’un o maçın ardından mahkum edilen kalecisi “Herkes ligin başından beri böyle goller yiyordu. Sanki kaydedilen her gol normal mi ki?” savunması yaptı.
------


Masumiyet Müzesi kitabıyla 2008 yılında Türkiye’ye nobel kazandıran seçkin edebiyatçı Orhan Pamuk da “Insanlar kaybetmekten çok korktukları için yalan söylerler” diyor.
Korku, yalanlar ve inkarcılık Türkiyedeki hemen her otoriter topluluğun kalbine işlemiş durumda. Eşzamanlı olarak Kürtlerin, Avrupalıların, İslamcıların, Rusların, Komünistlerin ya da Allahsız mihrakların yani Ulu Öteki'nin nüfuzunu kullanmak suretiyle ülkeyi ele geçireceğine dair sürekli bir nevroz hali yayılıyor. Bu "öteki" korkusu özgürlüklerin sınırlanmasını haklı çıkarmaya bahane de yaratıyor çünkü bu korku (her ne kadar bir halk olarak Türklerin tarihi 1923'te kurulan Türkiye'nin tarihinden asırlar öncesine kadar gitse de) henüz ergenlik aşamasında olan 'millet' fikrini "koruyor". 
Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakan sıfatıyla (2003-14) ve cumhurbaşkanı sıfatıyla (2014'ten bu yana) ülkeyi yönettiği süre zarfında Türkiye otoriter yönetime endişe verici bir biçimde yaklaşmış bulunuyor. Batı yanlısı İslamcı Erdoğan’ın Türkiye'nin geleneksel dahili düşmanlarına yani muhalif politikacılarına, muhabirlerine, gazete editörlerine, televizyon ağı sahiplerine, sivil toplum kuruluşlarına ve akademisyenlerine karşı eşzamanlı harekete geçerek ülkenin özgür medyasını ve demokratik kurumlarını baskı altında tuttuğu iddia edilmektedir. Sosyal medyanın bile dönemsel kapatılmalara maruz kaldığı oldu.


Bu baskılama, Erdoğan'ı Türkiye'nin onlarca yıldır görülmüş, en uzun süre görevde kalan lideri haline getiren büyük bir ekonomik kalkınma eşliğinde gerçekleşti. Benzer tarzda yürüttüğü otokrasi, milliyetçi retorik ve serbest piyasa tüketimciliği sayesinde Rusya'da hüküm sürmeye devam eden Putin gibi  Erdoğan da popülizmin gereklerini sezen duyularını muhafaza ederek güçlü adam yani güçlü lider, güçlü ordu, güçlü para birimi, güçlü ülke pozu vermeye devam ediyor.


Bu başarısının bir kısmını siyasi kariyeri boyunca spordaki sembolizmi ve sporun değerini inkar etmemiş olmasına borçlu. Tıpkı Putin'in judo giysileriyle poz verdiği fotoğraflar gibi Erdoğan'ın yarı profesyonel futbolculuk kariyeri vurgulanagelmiş bir gerçektir. Hatta Fenerbahçe'nin onu transfer etmek istediği ama babasının, Erdoğan eğitimini tamamlamadan buna izin vermemesi nedeniyle transferin gerçekleşmemesi de dahil, kulaktan kulağa yayılan, kariyeri boyunca asla pes etmediğine dair bir mitoloji mevcut. Erdoğan'ın spor hayatını konu alan bir kitap bile basılmış. Geniş açıdan bakınca, Putin'in Rusya'sının Olimpiyat ve Dünya Kupası organizasyonlarını aldığı gibi 2012 yılında bir dönem Erdoğan'ın da benzer bir yol izleyerek görülmemiş bir başarıyla hem 2020 Olimpiyatları'nı hem de Avrupa Şampiyonası'nı birlikte İstanbul'a getirmesi mümkünmüş gibi görünüyordu. Nitekim olimpiyat organizatörleri bize İstanbul'un 'gökteki bir elmas gibi parladığını" söylemişlerdi.


Derken Gezi Parkı'nda her şey değişti.

Olaylar Mayıs 2013'te İstanbul'un merkezindeki bir parkta alışveriş merkezi inşa edilmesi planına yönelik barışçıl bir protestoyla başladı. Protestocuların aşırı güç kullanıldığını ileri sürdüğü polis müdahalesinin ardından protestolar büyüdü ve binlerce insan polisle çatıştı. Sosyal medyanın da işe karışmasıyla, yerel bir çevreci protestoyla başlayan olaylar diğer genel kaygıları da kapsamına alan bir boyuta erişti; bu kaygılar arasında temel özgürlüklerdeki azalma, alkol tüketimine yönelik engellemeler ve Suriye'deki ihtilaf vardı. Ülke sathındaki 5000 ayrı gösteriye katılanların sayısının 3,5 milyona varmış olabileceği tahmin ediliyor. Tüm dünyada Türk Baharı'na dair manşetler atıldı.
Guardian'a konuşan bir protestocuya göre "Erdoğan her tür karşı fikri ihanet addetmekteydi" ve protestoların bastırılış biçimi de bu görüşü doğrular nitelikte. Olayların bastırılması sürecinde 3000'den çok kişi tutuklandı ve 11 kişi hayatını kaybetti. Türkiye'nin uluslararası saygınlığı zarar gördü. Avro'lar zaten UEFA başkanı Michel Platini'nin pan-Avrupa turnuvası fikriyle zayi olmuştur. Eylül 2013'te Olimpiyat oyunları Tokyo'ya verildi; son aşamaya kadar favori görülen İstanbul açık ara farkla ikincilikte kaldı.


Türkiye'deki futbolseverler kendilerini olayların yatıştırıldığı süreçte, çapraz ateş altında buldular. Gezi protestolarında önemli rol oynayan, aşırı solcu kalabalık Beşiktaş taraftar grubu olan Çarşı'nın 35 üyesi yasadışı bir örgüte üye olmak ve hükümeti devirmeye teşebbüs etmek suçlamasıyla tutuklandı. Daha da önemli bir husus olarak, Türkiye'nin müzmin holiganlık problemini çözmek adına futbol taraftarlarının banka kartıyla maç bileti almak için kişisel bilgilerini vermelerini zorunlu tutan e-bilet sistemi hayata geçirildi. Her kesimden tereddütsüz muhalefetle karşılaşan bu sistemin temel özgürlüklere bir müdahale olduğu düşünülüyor. Süper Lig 2014-15 sezon programı açıklandığında taraftarların tribünde ortalama maç izleme oranı %40 oranında azalarak 8.211'e düşmüştü.


Erdoğan’ın, futbola müdahale ederken ne kadar eli ağırsa belli kulüplere yönelik tutumunda bir o kadar eli açık. Türk futbolu bir borç dağının üstünde duruyor fakat taraftar kitlelerinin yerel ve ulusal değerini bilen tilki politikacılar büyük kulüplerin borçlarını ya silmekte ya da süresiz ertelemekteler. Kulüpler içinde Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor'un üçü de devletin sponsor olduğu stadyum projelerinden yararlanmış bulunuyor; Fenerbahçe'nin stadyumu Şükrü Saracoğlu ise yüzyılın başından bu yana yeni baştan inşa edilmiş durumda. Komplo teorilerinin sayısının bir milyonu bulduğu bir milletin politikacılarının bu tür cömertlikleri mümkün olduğunda eşit biçimde sergilemesi bir zorunluluk.


Ne var ki bazı kulüpler diğerlerinden daha eşit ve Türk futbolunun kurulu düzeninin tepesinde ülkenin en popüler ve nüfuzlu spor kurumu olan Fenerbahçe var. Şike krizi patladığında kulüp eleştirilmekten bile muaf tutuldu.


Eski tecrübeli savaş muhabiri, şimdinin Doğu spor ve siyaset vakanüvisi James M. Dorsey bana bu konuda şunları söyledi: "Fenerbahçe Türkiye'de sporun ve siyasetin fay hattındadır. Bir politikacının gözündeki yeri muhtemelen Türk futbolun tacındaki elmas gibidir. Yani çok büyük bir izleyici ve taraftar kitlesi var ve Fenerbahçe'yi her kim kontrol ederse o taraftar kitlesine ulaşma imkanını kazanır. Ve bu, şimdiki gibi kutuplaşmış bir toplumda daha da önem kazanan bir özellik".


Dorsey şikenin cezalandırılması meselesinin "futbol delisi bir ülkedeki siyasi bir savaş"tan ibaret olduğunu düşünüyor. Polisin ve yargının elindeki unsurlar Fenerbahçe'nin şikeciliğini ortaya koymak için olağanüstü etkili bir biçimde birleştirilmiş. Erdoğan da 25 milyon taraftarı olduğu iddia edilen bu kulübün vazgeçilemeyecek kadar önemli olduğu kabulüne bir o kadar sıkı biçimde sarıldı. Ve böylece Türkiye'yi yönetenler Fenerbahçe'ye verilecek cezaların içinin boşaltılmasına, beceri ve yetenek dolu bir performansla göz yumdu.


Şike skandalının Türk medyasında yankıları sürerken 24 Kasım 2011 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi ülkenin henüz o yılın 31 Mart'ında, bir başka ifadeyle 2010-11 sezonunda Fenerbahçe lehine şikeler yapılmaktayken yürürlüğe girmiş olan, Türkiye mahkemelerine şikeyle mücadele için 5 ila 12 yıl hapis cezası dahil önemli yetkiler veren 6222 sayılı spor yasasını değiştirdi. Yasa çıktıktan 7 ay sonra Erdoğan'ın iktidardaki partisi AKP'nin mensupları ile diğer iki muhalefet söz konusu yasanın "fazla sert" olduğuna karar verip cezaları indirmek için gece yarılarına kadar çalıştı.


Sonrasında büyük siyasi baskı altındaki Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Nisan 2012'de disiplin talimatında değişiklik yaptı. Değişiklikten önce disiplin talimatında şikeden suçlu bulunan kulüplerin küme düşürülmesi zorunluydu. Talimatta yapılan değişiklikle kulüpler suçlu bulundukları takdirde 'küme düşürülebilir' hale geldiler, ki bu da hukukçulara paha biçilmez bir manevra alanı tanımak anlamına geliyordu. Bu karar UEFA'nın disiplin rehberine aykırıydı ve Türkiye ligindeki kulüplerin değişiklik öncesindeki gayretlerine rağmen kabul edildi.


Skandal zamanı TFF disiplin kurulunda görev almış entelektüel bir avukat olan Yusuf Reha Alp'le görüştüğümde bana medyanın, Türk siyasi kurumlarının ve bazı kulüplerin muhtemelen Fenerbahçe'nin küme düşürülmesinin doğuracağı finansal sonuçlardan korktukları için düzgün cezaların çıkarılmasının imkansız olduğu bir 'hava' yarattığını söyledi. "Başvurabileceğim yolları tüketmiştim ve bu kararı değiştirmek konusunda yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Etkisiz bir kişi olmaktansa bir tepki göstermeye karar verdim" diyen Alp, kuruldaki görevinden istifa etmiş.


Ancak TFF'nin de ötesindeki cephelerde de Fenerbahçe'yi küme düşmeden kurtarma mücadelesi yürütülüyordu. Türkiye Futbol Federasyonu, kendi disiplin prosedürüne ve UEFA'nın ve FIFA'nın prosedürlerine göre kendini, şikeye bulaşan kulüplere gereken cezaları vermeye yani onları küme düşürmeye yetkisiz gösterdiğinde UEFA'nın müdahale etmesi gerekirdi. İlk adımı Fenerbahçe'nin küme düşürülmesi talimatını vermek olmalıydı. Eğer TFF, UEFA'nın talimatını yerine getirmeyi reddederse UEFA'nın görevi Türkiye'nin tüm kulüplerini ve milli takımını uluslararası müsabakalardan reddetmek olacaktı.


Bunlar yapılmadı. Onun yerine UEFA ayak sürüdü. Kendi disiplin müfettişi İspanyol hukukçu Miguel Liétard Fernández-Palacios Mayıs 2013'te dosyayı gözden geçirene kadar meseleye müdahil olmadı. The Blizzard dergisinin gördüğü belgelerde söz konusu disiplin müfettişi UEFA'nın Kontrol ve Disiplin Organı'nın Fenerbahçe'yi şikeden suçlu bulmasını ve Avrupa müsabakasından 2 yıllığına men edilmesini tavsiye etmekte ve kulüp başkanı, başkan yardımcısı ve bir yönetici dahil 5 kulüp yetkilisinin skandaldaki konumlarından ötürü ömür boyu futboldan men edilmeleri gerektiğini belirtmektedir. Ertesi ay Avrupa müsabakasından 2 yıllık men cezası uygulandı ve kaçınılmaz olarak başvurulan CAS temyizinde men kararı onandı. Ancak hiçbir Fenerbahçe yetkilisine UEFA tarafından hiçbir yaptırım uygulanmadı. Dahası, Fenerbahçe kulübü 2011 şampiyonu unvanını muhafaza etti. Fenerbahçe küme de düşürülmedi.


Bu eylemsizliğin çok sayıda açıklaması var ve dergide basılamayacak kadar derinlemesine komplo teorileri içeriyorlar. Şurası kesin ki Türk futbolunun ekonomisi Fenerbahçe'ye dayalı. Ülkede 25 milyon taraftarı olduğunu iddia eden Fenerbahçe aynı zamanda paralı Süper Lig TV'nin abonelerinin de yarısının takip ettiği kulüp; onun Süper Lig'den küme düşürülmesinin Türk futbolunun tamamı için derin yan etkileri olacaktır. Ayrıca Türkiye 2010 Avrupa Şampiyonası organizasyon adayıydı ve yarı gönüllü Kelt ortaklığı ile gerçekleşmesi pek muhtemel olmayan Azerbaycan-Gürcistan ortaklığından başka rakibi yoktu.


UEFA organizasyon için evsahibine çaresizce muhtaçken fazla sert davranmaktan mı kaçınmıştı? Yoksa Erdoğan'ın nüfuzu mu etkili olmuştu?


Türk futbolu henüz ifşa edilen şike gerçeklerinin akıbeti konusunda sallantıdayken UEFA yıllık toplantısını Mart 2012'de İstanbul'da gerçekleştirdi. Kongreye hitap eden Erdoğan delegelere açıkça şikeden ötürü gerçek kişilerin cezalandırılması gerektiğini "kulübün bütününün ya da tüm bir topluluğun" cezalandırılmaması gerektiğini söyledi. Sonrasında bu mesele hakkında Michel Platini'ye lobi yaptı. Erdoğan "UEFA'nın bunu düzeltmesi gerektiğini söyledim" diye açıklama yaptı ve "Platini bana dedi ki bizim maalesef böyle bir kararımız var, söylediğinde haklısın ama ben buna katılamam" diye ekledi.


Gerçekleştiği iddia edilen bu görüşmenin iç yüzü yaklaşık 2 yıl sonra Erdoğan ile oğlu Bilal arasında gerçekleştiği iddia edilen ve internette imzasız olarak yayınlanan bir dizi telefon dinleme kayıtlarıyla gündeme geldi. Bu telefon kayıtlarında Erdoğan kongreden bahsediyordu ve "Ben Şenes Erzik'e de bu konu üstünde çalışmasını açıkça söyledim" diyordu. Erzik uzun zamandır FIFA İcra Kurulu üyeliği ve UEFA başkan yardımcılığı yapıyor. İki yıl sonrasında Erdoğan adeta zafer ilan ediyordu: "Fenerbahçe şu an [Avrupa Müsabakası'ndan] 2 yıl men aldı ama ne oldu? Gerek bu federasyon gerek UEFA, Fenerbahçe'yi küme düşme noktasında böyle bir cezaya tabi tutmadı"


İşin sonunda UEFA organizasyona evsahibi bulmadı ve Türkiye finallere evsahipliğini hiç üstlenemedi. Bununla birlikte Fenerbahçe'nin küme düşürülmesi halinde Türk futbolunun başına gelebilecek ekonomik çöküş gerçekleşmedi ve Erdoğan göründüğü kadarıyla ülkenin en geniş taraftar seçmen kitlesini kendi yanında tutmayı başardı.
------------------


İstanbul'un Şişli ilçesindeki bir pastanede yoğun kıvamlı Türk kahvelerimizi içerken Trabzonspor'un davasını CAS önüne götüren, kulübün kararlı hukukçusu Erdem Egemen sözü hiç dolandırmadan düşüncesini açıklayan bir insan. TFF'nin ve UEFA'nın tutumuyla düş kırıklığına uğrayan Trabzonspor’un rakiplerine gereken cezaların verilmesini talep ediyor: "Türkiye'nin şike süreci aynen David Copperfield'in gösterileri gibi işliyor. Elinizde dosya var, yüzbinlerce sayfalık delil, resim, para transferi, banka bilgileri ve her şey var ama sonra her şey ortadan kayboluyor. Ve Türkiye Futbol Federasyonu ile UEFA tüm gerçeklere ve belgelere gözlerini kapatıyorlar".


Neredeyse futbolun Türkiye'ye girişinden beri şike, yolsuzluk ve dış müdahalelerle spora fesat karıştırıldığı herkesin bildiği bir sır olagelmiş. Sorun, futbolu aşmakta. Seyahatimden hemen önce kariyerini şike ifşasına adamış Kanadalı akademisyen ve araştırmacı gazeteci Declan Hill'le bu konu hakkında konuştuk. Bir şovmen havasıyla "Türkiye'de şikenin tarihi çok eskilere dayanır" diyerek söz konusu yolsuzluğun ölçeğini 1500 yıla genişletti: "Konstantinopol'ün ilk yıllarında Bizans İmparatorluğu'na yönelik en tehlikeli tehdit milattan sonra 500'lü yılların başında şimdiki adı İstanbul olan Konstantinopol şehrinde olmuştur; savaş arabası yarışı ve şikeden ötürü çıkan bir kavgayla başlayan olaylar şehir halkının yarısının kılıçtan geçirilmesiyle sonuçlanmıştır".


Ama Fenerbahçe davasının şoke edici kısmı şu oldu: alenen paylaşılan deliller ve göründüğü kadarıyla şikecilere karşı hiçbir açık vermeyen dava dosyası ışığında bu suç unsurları kamuoyuna açıklandığında UEFA kendini yanıt veremeyen konumda gösterdi. Erdem Egemen "UEFA lafta şikeye sıfır tolerans tanırmış gibi davranıyor ama uygulamada şikeye tam tolerans tanıyor. UEFA Türk futboluna müdahale etme yetkisinin olmadığını söylüyor; ulusal bir lig bazında bir takım hakkında karar vermeye, şampiyonun kim olduğunu tespit etmeye yetkisi yokmuş. Ancak biz Türkiye Futbol Federasyonu'nun UEFA'nın bir üyesi olduğunu ve UEFA üyesi olabilmek için her kulübün ve her futbol federasyonunun UEFA ve CAS kararlarına uymak zorunda olduğunu biliyoruz. Ne var ki Türkiye Futbol Federasyonu bunu tamamen reddetmektedir".


Erdem Egemen şike olayına karışıp da küme düşürülmüş olan diğer kulüpleri saydı: Juventus, Catania, Olympiakos. Tek bir Şampiyonlar Ligi maçında şike yaptığı için 2009 yılında 8 yıllığına men edilen ve başkanıyla kaptanı da ömür boyu men yiyen Makedonya eski şampiyonu FK Pobeda'dan bahsetti. Fenerbahçe davasında ise Türk mahkemelerinin tespit ettiği 12 şikeli maç vardı.*
(*) Farklı organların bu konuda farklı değerlendirmeler yapması kafa karıştıcıdır. UEFA'nın temyiz organı sekiz maçta şike olduğunu söyledi. UEFA'nin disiplin kurulu 5 maçta şike olduğunu söyledi. En iyimser senaryoyla gelen CAS ise 4 maçta şike olduğunu söyledi.


Erdem Egemen sözlerine şöyle devam etti: "Öncelikle ortada orantılılık yok. İkinci olarak, bu işin zamanlaması sürekli geciktiriliyor. Üçüncü olarak da, UEFA disiplin müfettişinin raporuna rağmen şikeye karışmış olan gerçek kişiler hakkında gereğince hükme varılmadı".
Hukukçu mantığıyla yürüttüğü analiz akışını aniden akıl sır erdiremediği bir durumu ifade ederek böldü: "UEFA futbolda şikeciler olduğunu, bunların Türk futbolunu yönettiğini ve spora, etik kurallara, Türk futboluna ve Avrupa futboluna büyük zararlar verdiğini biliyor. Bu durum UEFA'ya hiçbir şey ifade etmiyor. Bunu anlayamıyorum".


Ona bu durumu neyin çözeceğini sordum ancak Türkiye'de futbol o kadar kanunsuz ve gelişigüzel idare ediliyor ki bir çözüm olması imkansız görünüyor. Bir normalleştirme komitesi kurulması yani FIFA'nın federasyonlarda temizlik için dayattığı bir tür dönemlik idare fikri hiçbir heyecan yaratmadı. Erdem Egemen "Normalleşme için kuralları uygulamanız şart. Kurallar da sezon sonunda şampiyonluk unvanını alacak takımın bunu sportif açıdan hak etmiş olması gerektiğini söylüyor. Ama Türkiye'de istediğiniz kadar maçta şike yapabilirsiniz, şampiyonluk unvanını alır ve hiçbir yaptırımla da karşılaşmazsınız. Dolayısıyla Türkiye'de şike yaparak şampiyonluk unvanı elde etmek tamamen yasaldır. Durum şu anda böyle. Ve bu durum normal değil. Türk futbolunda normal bir düzen kurulması için kuralların uygulanması şart".
----------------------------


Fakat hala pes etmemiş ve asla pes etmeyecek olanlar da var.
Hareketli Beşiktaş ilçesinin kalbinde bir Perşembe akşamı geç saatte Gökhan Koç ve Burçin Aydoğdu'yla görüştüm; bu iki Trabzonspor taraftarı, bir düzine kadar taraftar arkadaşlarıyla birlikte Türk futbolunu ıslah etmeyi misyon edinmişler. Trabzonspor taraftarları bu efsanenin unutulmuş mağdurları. Süper Lig'de 27 yıldan sonra kazandıkları ilk şampiyonluk unvanının esirgendiği bu taraftarlar o zamandan bu zamana 5 yıllık bir perdeleme, inat ve kurumsal umursamazlık bileşimine maruz kalmışlar. Ve bu arada takımları da puan cetvelinin ortalarında didiniyor.


Kulüpten çalınan şampiyonluk unvanının geri verilmesini görseler çok mutlu olacakları belli ama asıl amaçlarının bu olmadığını, Türk futbolunu kurtarmayı ve Türkiye toplumunda hukukun üstünlüğüne riayet edilmesini istediklerini söylüyorlar. Futbolun manipüle edilmesi toplumun krizde olduğunu gösteren semptomdan başka bir şey değildi. Hoşsohbet bir hukuk hocası olan Burçin Aydoğdu bira içerek hamsi yediğim masada durumu "Bu mesele futbolun ötesinde" diye açıkladı ve şöyle devam etti: "Türkiye'de futbol, futbol değildir. Her zaman siyaset ve yolsuzluktur ve bizim mücadelemiz futbolun ötesinde bir şeyleri düzeltmek için".


Gökhan Koç mücadele verdikleri sahaya bakınca Türk toplumundaki daha derin çatlakların göründüğünü söyledi. Bir yandan futbol taraftarlarının büyük çoğunluğu futbolun karşılaştığı problemlere karşı en iyi ihtimalle kayıtsızdı, daha da büyük ihtimalle problemlerin varlığını inkar ediyordu. Koç'a göre vatandaşların çoğu Türkiye'nin siyasi problemleri konusunda da aynı ikircikli tutumu sergiliyordu. Öte yandansa sesini çıkaranlardan adalet esirgeniyor, bu insanlar manipüle ediliyor ve bu sıradanlaşmış mekanizma içinde kötü sonlara itilip marjinalleştiriliyorlardı.


Bazen bir halk protestosu bazen radikal kampanyalarla Trabzonspor taraftarları büyük çaplı sokak protestolarını yetkilileri, politikacıları ve gazetecileri hedef alan protestolarıyla birleştirdiler. Şike belgelerinin saklandığı bir alan olarak da kullanılmak üzere şike davasını anlatan bir internet sitesi yapmışlar. UEFA disiplin kurulu üyelerini özel telefon numaralarından aramışlar. Michel Platini'ye nakit para gönderip yanında iğneleyici mektup yazmışlar: "Yıllardır sıfır tolerans adı altında sahnelediğiniz komedi serisini izliyorum ama karşılığında hiç para ödememiştim. Lütfen bu parayı alınız; performansınızla bunu hak ettiniz". Bir UEFA Kongresi'nde güvenliği aşıp protesto amaçlı el ilanlarını her delegenin yatak odasının kapısının altından içeri atmışlar. Pek çok futbol yazarı gibi ben de 2013 yılında bir sabah uyandığımda kendimi, adalet isteyen 130'dan çok Trabzonspor taraftarının email'ini almış buldum. O gün bundan çok rahatsız olmuştum ama iki yıl sonra Türkiye'ye gelip daha çok şey öğrenmiş olarak beni etkilemiş olduklarını itiraf etmeliyim. İddialarına göre toplamda 25 milyondan çok email ve 100 binden çok faks çekmişler.


Koç'a göre, kampanyaları olmasaydı UEFA Türkiye futbolunda bu rezaleti tamamen yok sayacaktı. Koç UEFA'nın utançtan harekete geçmek zorunda kaldığını söylüyor. Fakat ulusal futbol düzeni Trabzonsporlu taraftarlara karşı saldırganlaşmıştı. Ülkenin önde gelen televizyon programcılarından biri internet sitesini "Çok yanlış, milli çıkarımıza aykırı" diye nitelendirmişti. TFF'nin eski başkanlarından biri de söz konusu grubu televizyonda alenen suçlu ilan etmişti. Türkiye Spor Yazarları Derneği başkanı televizyona çıkıp bu taraftarları hain olmakla ve ülkenin yüz karası olmakla suçlamıştı.


Mücadeleleri sırasında hiç tehdit alıp almadıklarını sordum. Birkaç gün sonra bir Fenerbahçe taraftarı bana Koç'un ismini sanki şeytanın ta kendisinden bahsedermiş gibi telaffuz etti. İnsan daha fanatik bazı taraftarlarının nasıl olup da Gökhan Koç'la uğraştığına hayret ediyor. Gökhan Koç "Eşimin can güvenliği konusunda endişeliyim. Bana fiziksel zarar vereceklerini sanmıyorum. Bence bana hukuki yollardan zarar vermenin bir yolunu bulacaklar" dedi. Ne gibi deyince de "Beni hapse attıracaklar. Fakat problem olmaz. Orada çok kitap okurum" dedi.


Aydoğdu "Yakın çevrem benim deli olduğumu düşünüyor. Bu işin bir sonu olmadığına inanıyorlar" diye ekledi. Peki bir sonu var mı diye sorunca üzgün bir ifadeyle "Hayır" diyor, "Sanmam".
-----------------------


2011 adaletsizliklerine karşı mücadele edenler Trabzonsporlulardan ibaret değil.


Fenerbahçe taraftarları ve onunla bağlantılı olanların pek çoğu için Fenerbahçe'ya karşı açılan bu dava bir komplo, Fenerbahçe'nin ismine çalınmış bir kara, bir adaletsizlikti. Saygınlığı kalmamış şampiyonluk unvanlarından vazgeçmemiş ve küme düşmeden kaçınmış olabilirler ama Şampiyonlar Ligi'ne alınmadıkları için onlarca milyon Euro zarar etmişlerdi. Daha da kötüsü Türkiye'nin en popüler kulübünün mağrur adı artık şike kelimesiyle eşanlamlı olmuştu.


Okan Altıparmak bana şöyle dedi: "O gün futbol kulüplerine yapılan baskınlarla ve 40'ı aşkın yöneticinin ve futbolcunun gözaltına alınmasıyla Türkiye daha önce kimsenin keşfetmemiş olduğu ve hangi takımı tutarsa tutsun kendilerini mutlu hissettikleri, kişisel saydıkları bir alana girildi. Bu olay Pandora'nın kutusunun açılmasıydı; içinden neler çıkacağını kimse söyleyemezdi. Okan Altıparmak şike davasının düzmece olduğundan, delillerin Fenerbahçe'nin istikrarını bozup başkanını indirmek amacıyla seçmece toplanmış ve manipüle edilmiş deliller olduğundan hala emin.


Ancak esaslı kanıt teşkil etmesine rağmen ortaya dökülen delillerin ya yok sayıldığı ya da sümen altı edildiği bu soruşturmanın arkasındaki motivasyon da büyük öfke uyandırmış. Ocak 2014'te 6 yıl hapse mahkum edildikten sonra Aziz Yıldırım "Türkiye'de şike davası siyasi bir davadır ve bu davada verilen karar da siyasi bir karar oldu. Bu karara saygı duymuyorum ve onu tanımıyorum" dedi.


Erdoğan da mahkemenin kararını eleştirerek yargı organı içindeki bir "paralel devlet"in Erdoğan hükümetini yıpratmak için kullandığı bir yolsuzluk skandalıyla bağlantılı olduğunu savundu. Erdoğan'a göre Aziz Yıldırım da kendi başına gelene benzer bir kumpasın mağduruydu: "Paralel devlet burada da çok iyi hesaplanmış bir adım attı" diyordu.


Erdoğan bu sözleriyle Cemaat ya da Hizmet Hareketi adı verilen şebekesiyle medyada, emniyet teşkilatında ve yargıda etkili olan, ABD'de yerleşik milyarder din adamı Fethullah Gülen'i kast ediyordu. Hizmet oluşumu hoşgörülü bir İslam biçimini önermektedir ve özel okullarıyla ve üniversiteleriyle eğitimde etkin olduğu gibi medya, finans ve sağlık sektörlerinde de esaslı yatırımlara sahiptir.


1997'den beri Pensilvanya'da gönüllü sürgünde yaşamakta olan Gülen önceden Erdoğan'ın bir müttefikiymiş ve cumhurbaşkanı işler değişmeden önce onun servetinden ve nüfuzundan yararlanmış. Bu ittifak 2010'ların başlarına doğru bir uzmanın ifadesiyle bir "Çirkin Boşanma"ya dönüşmüş ve paronoya belirtileri gösteren Erdoğan'ı, "Gülen-İsrail mihveri"in onu koltuğundan indirmeye çalıştığını iddia eder hale getirmiş. Kumpas adı verilen bu büyük ve hafiften fantastik oluşumun, Türkiye'nin kurulu düzeninin içine yerleştirilmiş şebekesini kullanarak açıkça Erdoğan'ın hükümetinin istikrarını bozma niyetiyle söz konusu yolsuzluğu ortaya çıkardığı iddia ediliyor. Fenerbahçe'ye karşı yürütülen davayla da bu savaştaki ilk hücumlardan biri gerçekleşmiş.


Erdoğan "paralel devlet"ten, Türkiye'de uzun zamandır var olan derin devlet nosyonunun yeni bir çeşitlemesi olarak bahsediyor. Bunun, onlarca yıldır muhaliflerini baskılayan ve bazen öldüren, ordudaki subaylarla onların sivil müttefiklerinin oluşturduğu gizli bir oluşum olduğu farz ediliyor. Bu oluşumun düşmanları Kürtler, Komünistler, İslamcılar, azınlık gruplarının mensupları, muhabirler, liberaller, entelektüeller yani Türkiye'nin laik düzeninin karşısında tehdit oluşturduğu düşünülen herkes. Derin devletin bir nevi paralel hükümet işlevi görerek kamuyunda korkuyu kamçıladığı ya da hoşlaşmadığı sivil hükümetlerin istikrarını bozduğu düşünülüyor. 1960'tan bu yana Türk ordusu seçilmiş hükümetleri indirmek için dört kez devlet idaresine müdahale etti; son defasında Necmettin Erbakan'ın koalisyon hükümeti 'post-modern darbe' diye bilinen müdahaleyle iktidardan inmek zorunda bırakıldı. Gülen'in desteklediği iddia edilen hükümet devirme amaçlı paralel devletin tarihte bazı benzerleri mevcut.


James M. Dorsey durumu şöyle açıklıyor: "Şikenin cezalandırılması meselesinin bütünü, iki İslamcı hizip arasındaki siyasi bir savaşın başlangıcı oldu. Bu skandalın 3 yıl sonra vardığı yer Erdoğan'ın ve ailesinin töhmet altında kaldığı devasa bir yolsuzluk skandalı oldu ve bu da Türkiye'de çok sayıda muhalifin baskı altına alınması sonucunu doğurdu".


Aziz Yıldırım da 2014 yılında "[Erdoğan] bir paralel devletten bahsediyor. Bize yürütülen operasyonun arkasında da o paralel devlet yani Cemaat var" diyordu.
Fenerbahçe'ye yönelik polis incelemesi Türkiye'nin Özel Yetkili Mahkemeleri'nin himayesi altında gerçekleşmişti; bu mahkemeler, özü itibariyle polise savcı gibi hareket etme imkanını tanıyordu. Söz konusu mahkeme sistemi, kadrolarının Gülenciler tarafından ele geçirilmiş olduğu iddiaları eşliğinde 2014'ün başlarında dağıtıldı ve Türkiye yargısı önceden karara bağlanmış davaları tersine çevirmeye başladı. Bu soruşturmaların futbol dahil Türk toplumunun yaşadığı hemen her alandaki devasa yolsuzluğu meydana çıkarmış olması pek bir şey fark ettirmemiş görünüyor. Erdoğan'ın hükümeti bu soruşturmaları, özünde bir darbe girişimi olarak niteleyip Gülen'i, hem emniyet güçlerini hem de yargıyı nüfuzu altına almakla suçladı.


Özel Yetkili Mahkemeler'in lağvedilmesi hapiste 1 yıl geçirmiş olan Aziz Yıldırım'ın yeniden yargılanmasının yolunu açtı. Aziz Yıldırım ve diğer 35 sanık 2011 şampiyonluğunu şikeyle ele geçirmek suçundan aklandı.


Mahkemenin dışında yüzlerce Fenerbahçe taraftarı bu kararı kutladı. Onlara göre sanıklar kefaret ödememiş, itibarları iade edilmişti. Sanki 2011 şampiyonluklarının geçersizliğini kanıtlayan dağ gibi delil hiç var olmamış gibiydi.
-------------------------


Günlerden seçim günüydü. Normalde günün 24 saati trafik sıkışıklığı ve korna sesleriyle kakafoni oluşturan İstanbul sokakları sessizdi. Sonucun ne olacağı konusunda kimsenin tereddüdü yoktu; merak edilen Erdoğan'ın seçimi yüzde kaç oyla kazanacağı idi. Eğer solcu Kürt partisi HDP'yi %10 seçim barajının altına itebilirse oy dağılımı Erdoğan'ı "nitelikli çoğunluk" denen avantaja sahip kılacak ve böylelikle Erdoğan anayasayı değiştirmek için ülkeyi referanduma götürebilecekti. Anayasa değişikliğiyle de sahip olduğu yetkileri ABD tarzı icracı başkanlık sistemi olduğunu düşündüğü bir hale sokabilecekti. Erdoğan'ı eleştirenler böyle bir değişiklik sonucunda, halihazırda iktidarı sıkı sıkıya elinde tutan Erdoğan'ın ülkeyi diktatörlüğe daha da yaklaştıracağı kanaatinde.


Futbol programı iptal edildi ve yasak gereği barlar tüm günlüğüne kapandı. Kapalıçarşı'nın kapıları bile sürgülenerek kapatılmıştı. Civardaki sessiz bir sokakta bir çay ocağının sahibi beni içeri buyur edip bana bir bardak elma çayı ikram etti. Adı Yasin'miş ve Kürtmüş. Hiç oy kullanmış mı? "Evet, Erdoğan'a oy verdim" dediğinde şaşırdım çünkü ilk defa cumhurbaşkanı lehine oy kullandığını ikrar eden biriyle konuşuyordum. Yasin de "Güçlü lider güçlü ülke" klişesine katılıyordu. Seçim hakkında, Türkiye'deki Kürt nüfusun maruz kaldığı şiddet hakkında konuştuk ve sonra konu, ki hiç şaşmaz, futbola geldi. Yasin bir Bursaspor taraftarı ama futbola olan ilgisini uzun zaman önce yitirmiş. "Türkiye'de gördüğünüz, spor değil" diyor Yasin ve "Bir tiyatro ya da salon komedisi ya da dram da değil. Başka bir şey" diyerek düşüncelere dalıp doğru kelimeyi arıyor. Sonunda şöyle dedi "Türkiye'de futbol, bu ülkenin derin siyasi hesaplaşmalarının bir ifadesi. Bugün oy sandıklarında gördüğümüz partileri kast etmiyorum. Sıradan insanların görüşünün çok uzağındaki odakları kast ediyorum".


Alacakaranlık çökerken yürüyerek Boğaziçi'ne döndüm; o sırada telefon seçim sonucu güncellemeleriyle titreşip duruyordu. Öğleden sonra 5'te sandıklar kapandı ve kısa süre sonra Erdoğan'ın zaferi ilan edildi. Oy oranını bir önceki seçime kıyasla 3 milyon arttırmıştı ama yine de nitelikli çoğunluğa sahip değildi. Sistemin demokrasiden uzağa kayışı durdurulmuştu... mu acaba?  Müteakip 48 saat içinde bir dizi polis baskınıyla, aralarında eleştirel dergi editörlerinin de olduğu düzinelerce insan "güç kullanarak hükümeti devirmeye teşebbüs etmek" suçlamasıyla tutuklandı. 2015 yılının bitiminde ise Erdoğan tekrar halka hitap ederken başkanlık yetkilerini güçlendirmekten bahsediyor ve etkili bir başkanlık sistemi için çarpıcı bir örnek olan Adolf Hitler Almanya'sını örnek veriyordu. 2016 yılının başında ise Fethullah Gülen'in hükümeti devirme amaçlı kumpas kurmakla suçlandığı davanın, gıyabında yürütülen duruşmasına başlandı.


Futbol bu manipülasyon ve yıldırmacılık oyununun sadece küçük bir parçasıydı ama oyunun ruhunun siyasi entrikalarla tüketildiği açıktı. Yusuf Reha Alp bana "Türk futbolunun hiçbir uluslararası saygınlığı kalmamıştır" demişti. Şike skandalının üstünün örtülmesinin Türk futbolunu yolsuzluktan uzaklaştırıp Türk futbolunun marka değerini yükseltmek amacıyla yapılmış bir girişim olduğuna ama bu planın ters teptiğine inanıyordu: "Tam ters etki yarattı. Tüm dünya Türkiye'yi her tür yolsuzluğun yapılabileceği ve işlenen suçların cezasız kaldığı bir ülke olarak görüyor. Türk futbolunun marka değeri bundan daha düşük olamazdı".


Rakip kulüplerin tarihsel ayrıntılar nedeniyle çok keskin biçimde bölünmüş olan taraftarları da onları ayıran hususlardan daha büyük bir ortak paydaya sahip görünüyorlar: futbolun geldiği noktayı fark etmiş olmanın getirdiği evrensel bir düşkırıklığı. Trabzonsporlu hukuk hocası Burçin Aydoğdu "2011'den beri futboldan tat alamıyoruz. Bu, hırsızınla aynı evde yaşamak zorunda kalmak gibi bir durum" diyor.


Okan Altıparmak da "Bu günlerde futboldan hiç zevk almıyorum" diyerek duygularını itiraf ediyor, "Diğer kulüplerin taraftarlarının da futboldan zevk alabileceğini sanmam. Türkiye'de siyaset futbolu işgal etti. Siyaset futbolu boğdukça boğuyor"