30 Kasım 2011 Çarşamba

Beşiktaş'lılık Duruşu ve Adamlık.

Geçtiğimiz pazar günü Avni Aker Stadyumu'nda Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün futbol takımıyla karşılaştık. Karşılaşma rakibimizin 1-0 üstünlüğü ile tamamlandı. Maçtan sonra yapılan açıklamalar ise Trabzonspor cephesinin hakeme olan kızgınlığını ve özellikle de eski futbolcusu Egemen'e olan öfkesini açıkça gösteriyordu. Hakem camiasının kulubümüze karşı olan taraflı tutumuna yıllardır zaten alışık olan gerek yöneticilerimiz, gerekse teknik direktörümüz asıl darbeyi kulübümüzün 3 sene boyunca ekmeğini yemiş olan BJK'li Egemen'den alıyordu.


Öyle ya bu kulüp seni adının anılmadığı bir sırada, yetişmiş olduğun Bursaspor kulübü bile ortada bırakmışken renklerine bağladı. O da yetmedi herkese nasip olmayacak bir paye verdi. Trabzonspor kaptanlığı. Bu yönetim ve hoca belki de gideceğini bile bile sırf taraftar tepkisi almaman için sesini çıkarmadı geçen sene. Biz seni İstanbul'a adam olarak göndermiştik, ama pazar akşamı gördük ki oralara alışman ve yeni yöneticilerinin şu ağzında sakız ettikleri Beşiktaş'lılık Duruşunu benimsemen çok uzun sürmemiş. 3 yıl boyunca ekmeğini yediğin camianın puanını çalmayı, kendini yere attığındaki yüzündeki pis gülümseme ile açıklamak sanırım haksızlık olmaz.


Gelelim Beşiktaş'lılık Duruşunuza. Sizin öyle bir duruşunuz vardır ki, daha formanızı bile giymeden milli takıma seçilmiş olan bir futbolcuyu milli takıma yükseltmiş olmakla övünürsünüz. Sizin duruşunuz öyle bir duruştur ki, şike ile alınmış kupa sayesinde avrupa kupalarına katılır ama hakkını yediğiniz İBB'li futbolcuların emeklerini hiç düşünmezsiniz. Transfer ettiğiniz onlarca futbolcu ve hoca'nın hak edişlerini ödememek için çevirmediğiniz dümen, yapmadığınız oyun kalmaz ama sonunda CAS tokadı yediğinizde seve seve ödemediğiniz paraları CAS zoruyla ödersiniz. Siz öyle bir camiasınız ki ismi kulübünüzle özdeşleşmiş oyuncuları bile kapı dışarı ederken her türlü oyuna baş vurursunuz. Ertuğrul Sağlam, Feyyaz Uçar, İbrahim Üzülmez, Tigana, Del Bosque bunlara en iyi örnektir. Hocamızın arkasındayız diye açıklama yapar o sırada başka hocalarla görüşür, ertesi gün de hocanızı yollarsınız. Sezon başında paralarını ödememek için işkence ettiğiniz basketbolcularınızın yüzüne utanmadan bakarken de sergilediğiniz Beşiktaş'lılık Duruşudur sizinkisi. Örnekler çoğaltılabilir ama sanırım bu kadarı şimdilik size yeter.


Gelelim Burak Yılmaz konusuna. Hani şu ismini vermeden eleştirdiğiniz ve olmayan penaltıyı varmış gibi göstermek için rol yaptığını söylediğiniz oyuncuya. Hatırlarsanız bu oyuncu ilk parladığı dönemde size gelmişti, henüz gencecik iken ve yine hatırlarsanız ilk golünü de elle atmıştı formanız altında. O zaman kendisine öğretmiş olduğunuz Beşiktaş'lılık Duruşu ile de maçtan sonra mikrofonlara golün nizami olduğunu söylemişti ama hiçbir yöneticiniz tarafından da uyarılmamıştı. Gencecik bir oyuncuya öğretmiş olduğunuz bu Beşiktaş'lılık Duruşu onun kariyerini uçurumuz kenarına getirmişti ki, Şenol Güneş gibi bir insanla çalışma fırsatı geçti eline. Evet ilk geldiği zaman sürekli kendini yere atan, futbol dışı aldatmacalar yapan bir oyuncuydu Burak Yılmaz. Trabzonspor camiası ve Şenol Güneş'in aslında ona hiçbir şey öğretmesine de gerek kalmadı, çünkü gerek Trabzonspor camiası gerekse hocası adam gibi adamdı. Başkalarının hakkını yiyerek değil, parayla yapılamayanı emek vererek yapamayı düstur edinmişlerdi. Bu kadar adamın içinde de adam olması uzun sürmedi.


O, şimdi tüm Avrupa'nın hayranlık duyduğu ve saygıyla bahsettiği bir oyuncu oldu. Hiddink'in Burak hakkında yaptığı açıklamaları dinleseydiniz bunu siz de anlardınız. Üzerine bulaştırdığınız siyah beyaz çamuru temizlememiz kolay olmadı tabi, ama biz onu Karadenizin temiz sularında yıkayıp, Güneş'imizle kuruttuk. Artık O bizden biri. Onun için başka kapıya, ne Burak'ı ne de hakkımızı size yediririz. Biz sizin bozduklarınızı adam ederken, siz bizim adam olarak gönderdiklerimizi bozmayın bari.


Saygı ve sevgilerimle,


Kuyumcu

28 Kasım 2011 Pazartesi

Bir Londra Hikayesi ve Van der Vaart.

Londra'da yaşarken de ara sıra gittiğim, ülkeme döndükten sonra da Londra ziyaretleri sırasında sık sık gittiğim bir gece kulübü vardır Londra'nın hemen dışında, Hertfordshire bölgesinde. Adı Nolita. North Little Italy ( kuzey küçük italya )'nin kısaltması olarak koymuşlar ismini. Gece kulübü dedimse sıradan kulüplere benzemez oldukça nezih ve seçkin bir yerdir. İçerisinde restorantı ve barı , dışarıda güzel bir bahçesi ve küçük bir barı vardır. Futbolcuların ve şöhretli insanların oturduğu bir bölge olmasından dolayı dikkat ederseniz sık sık tanıdığınız bir sima görebilirsiniz.


5 Ağustos Cuma gecesi Kıbrıs'lı olan yakın arkadaşım Enver'le birlikte, Nolita'ya gitmiştik. İçerisi çok kalabalık olduğu için dışarıdaki barda oturduk. İçkilerimizi söyledikten sonra barmaid kızla sohbet ettiğimiz sırada, kız bize içeride Van Der Vaart'ın oturduğunu ve oraya da sık sık geldiğini söylediği. Söylediğine göre de çok iyi ve mütevazi biriymiş. Enver, çok beğendiği ve Tottenham maçlarında da birkaç defa canlı olarak seyrettiği Rafael'i (ilk adıdır ve o gece öyle hitap etmemi istemiştir) yakından görmek için içeri girdi. Döndüğünde kızın doğru söylediğini ve gerçekten de içeride arkadaşlarıyla yemek yediğini söyledi.


Aradan yarım saat geçmişti ki Rafael dışarıdaki bara geldi ve tam yanımda durarak barmaid kızdan bir içki istedi. Bu sırada Enver hemen muhabbete başladı ve ilk olarak onun gerçekten Van Der Vaart olup olmadığını sordu, gerçi biliyordu ama muhabbete de bir yerden başlaması lazımdı. Evet dedi Rafael ve daha sonra da Enver'in resim çektirme isteğini de kırmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse onun gibi meşhur birinden hiç beklemediğim kadar sıcak kanlı ve mütevazi idi. Yaklaşık 30 dakika sohbet ettik. Ufakken ciddi bir hastalık geçiren oğlundan ve Madrid'te iken göğüs kanseri olan eşinden ve yaşadığı sıkıntılardan bahsetti. Neyse ki artık hem oğlu hem de eşi çok iyi ve sağlıklılarmış ve bunun için gerçekten de minnettar gibiydi. Yanında kuzeninin kocası da vardı ve adam da oldukça fazla Türkçe kelime biliyordu, kısa bir Türkçe muhabbet bile ettik adamla.


Bu arada konu doğal olarak futbola geldi ve neden Tottenham'ı tercih ettiğini sordum. Eşi ve kendisinin Londra'yı çok sevdikleri için diğer bütün teklifleri reddedip Tottenham'ı tercih ettiğini söyledi. Hatta Real Madrid'ten ayrılacağı sırada Beşiktaş'ın da menejerler arcılğıyla kendisine teklifte bulunduğunu, çok astronomik paralar teklif ettiğini söyledi ve bana da  bu kadar parayı nereden bulduklarını sordu. Aklımdan havadan geliyor nasıl olsa demek geçti ama anlatmak uzun sürecekti vazgeçtim. Daha sonra arkadaşımla ben Arsenal sempatizanı olduğumuzu ama kendisini de beğendiğimizi belirttik ve başarı dileklerimizi sunduk. Konu Türk olduğumuza ve benim Trabzonspor'lu olduğuma geldiği anda sanki beni bekliyormuş da içinde tutuyormuş gibi aniden fenerbahçe sizin şampiyonluğunuzu çaldı şike yaparak değil mi dedi. Enver'le ben bir kısa şoktan sonra kahkahalarla gülmeye başladık. fenerbahçe'nin şöhreti taa Londra'ya, Van der Vaart'a kadar gelmişti. Yiğit namıyla anılır derler tabi, fener de yiğitçe mücadele etmediği için dünya çapında bir futbolcu tarafından şikeciliğiyle anılıyordu.


Merak edip bu konuyu nereden bildiğini sorduğumda, berberinin Trabzonlu olduğunu ve geçen sene boyunca dükkana her gittiğinde sürekli fener'in şike yaptığını söylediğini anlattı bize. Bunun  üzerine fırsatı değerlendirip sazı elime aldım ve Türkiye'de hakkıyla şampiyon olan tek takımın Trabzonspor olduğundan, diğerlerinin ise sürekli şike ve benzeri olaylarala başarı yakaladığından bahsettim ve bir gün Türkiye'ye transfer olmak isterse de gelmesi gereken takımın Trabzonspor olduğunu söyledim. (Ey İstanbul dükaları dünyanın her yerinde bir Trabzonlu muhakkak vardır, attığınız adıma dikkat edin.) Galatasaray'lı olan arkadaşım Enver hemen lafa girdi ve Galatasaray'da oynamasını önerdi. Rafael'in cevabı kısa ve netti : 'Galatasaray is shit man'. ( yani kibarca Galatasaray rezil dedi - Tabi kast ettiği Galatasaray'ın o sezonki performansı ve içinde bulunduğu durumdu). Bunu söylemekle beraber, Türkiye'ye transfer olmak için henüz erken olduğunu ve 33-34 yaşına gelince böyle bir tecrübe yaşamak istediğini söyledi. Tabutta gelseydin bari diyecektim ama, anlı şanlı kulüplerimizin bu intibayı onlara verdiğini bildiğim için sesimi çıkarmadım. Yaşı geçmiş adamları Türkiye'ye yıldız getiriyoruz diye astronomik paralara bize izlettirenlerin eseridir Avrupa'lı futbolcularda oluşan bu düşünce tarzı, hepsine selam olsun.

Konu birden kendi hakkında edindiğim izlenime geldi ve bu kadar şöhretli bir futbolcu olarak bu kadar mütevazi olmasını gerçekten çok takdir ettiğimi söyledim. O da bana özellikle bizim ülkemizdeki şöhretlerden beklenmeyecek bir cevapla karşılık verdi. Hayatta futboldan ve paradan çok daha önemli şeyler olduğunu ve ailesinin her şeyden önce geldiğini ve önemli olanın onların sağlıklı ve mutlu olması olduğunu söyledi ve kendisinin hiç değişmediğini ama çevresindeki insanların ona karşı olan tavırlarının ve bakış açıklarının değiştiğini söyledi. Bunu da yakın zamanda yaşadığı bir anı ile örneklendirdi. Belli bir süre önce Hollanda'da yetiştiği kasabada kendinin de amatör olarak oynadığı takımı ziyarete gittiğini ve eskiden tanıdığı insanları görünce adlarıyla seslenerek hatırlarını sorduğunu söyledi. İnsanların kendi adlarını hatırlamasına verdiği ilginç tepkilerden sonra da onlara sadece meşhur olduğunu hafızasını kaybetmediğini söylemiş.


İşte sevgili dostlar, bir dünya yıldızı ile yaşı geçmeden karşılaştığımda yaşadığım bir anım. İçinde hayata dair herşey var. İsteyen istediği kısmı almakta ve kendine göre yorumlamakta serbesttir. Benim için önemli olan Türkiye'de gözünün önünde yaşananları göremeyen milyonlara, millet vekillerine ve federasyon yetkililerine inat elin Hollandalısının bu denli yıldız bir futbolcu da olsa şikeyi ve şikecileri görüyor ve biliyor olmasıydı. Rafael'in bildiğini UEFA'da bildiği için şu an hak ettiğimiz yerde, Şampiyonlar Ligi'nde mücadele ediyoruz. Platini ile karşılaşmadım ama kim bilir belki bu aralar Paris'e yolum düşerse ve onunla da karşılaşırsam benim Trabzonspor'lu olduğumu duyunca eminim, sen hiç merak etme biz şikecilere gereken cezayı ülkenizi ve futbolunuzu yönetenlere rağmen vereceğiz olacaktır.


Saygı ve sevgilerimle,


Kuyumcu

23 Kasım 2011 Çarşamba

İşte Benim Trabzonspor'um.

Şunu açıkça balirteyim ki Trabzonspor bu akşam mükemmele yakın bir futbol oynayarak hem benim hem de milyonların kalbini fethetti. Futbolun gerektirdiği bütün doğruları 90 dakika boyunca sahaya yansıtan bordo mavili futbolcular, rakip takım teknik direktörünün de saygısı kazanmış olacak ki, maçtan sonra Ranieri'nin övgülerine mazhar oldular. Gerek sahada ter döken futbolcularımızı gerekse başta Şenol Güneş olmak üzere tüm teknik ekibi bu onurlu ve dik oyunları dolayısıyla tebrik ediyorum, bize bu onuru ve gururu yaşattıkları için de ayrıca teşekkür ediyorum.


Maça geçmeden önce değinmek istediğim bir kaç konu daha var. Bunlardan birincisi Şenol Hoca'mızın da basın toplantılarında belirttiği üzere bu takımın Şampiyonlar Ligi'nde bu ülkeyi temsil ettiği gerçeğini inatla görmek istemeyenlerin olduğudur. Her ne kadar kuyruk acıları da olsa, unutmamaları gereken şey Trabzonspor'un aldığı bu puanların ülke puanına büyük katkısı vardır ve ileriki yıllarda da kupalara katılacak takım sayımızı ve oynanacak ön eleme turlarını doğrudan etkileyecektir. Diğer bir konu da Trabzonspor'umuzun 5 maç sonunda 6 puanla 2. sırada olduğu gerçeğidir. 4. torbadan katıldığı grupta, bir üst tura çıkma şansını son maça taşıyarak taraflı tarafsız herkesin takdirini toplayan bordo mavililer büyük bir başarı yakalamışlardır. Hem de kendi dışlarında yaratılan bütün yanlışlara ve karmaşalara rağmen. İnter takımının içinde bulunduğu durumu bahane edip Trabzonspor'un başarısı gölgelemeye çalışmak ya geri zekalılık ya da kötü niyetliliktir. Bu yorumu yapanların iki şıktan birini seçme özgürlüğü kendilerine aittir. Son olarak da daha önceki maçları bize işkenceye çeviren sözümona yorumcu ve spikerlerden sonra Metin Tekin ve Murat Kosova'nın maça kattıkları lezzet ve samimi destekleri de teşekkürü hak etti.


Maça gelecek olursak, bu seferlik sahada yapılan mükemmel mücadele ve ortaya koyulan sezonun tartışmasız en iyi futboluna hürmeten herhangi bir eleştiride bulunmayacağım. Zaten yok denecek kadar az olan olumsuzluklar yapılan doğrular ve yaşatılan güzellikler yanında çok ufak kaldı. Neydi bu akşam bu takımı bu kadar iyi yapan diye merak edenlere söyleyecek olduğum en önemli şey futbolcuların Trabzonspor forması giydiklerinin bilincinde olmaları ve bir takım gibi bütün halinde mücadele ettikleridir.  Bu oyun anlayışı ve mücadele ile yenemeyeceğimiz takım gerçekten de yok gibi.


Kalede Tolga müthiş oynamaya devam ediyor, savunma önceki maçlara oranla çok az hata yaptı, hem de İnter gibi Şampiyonlar Ligi'ni 2 yıl önce kazanmış bir takım karşısında. Orta saha hücum organizasyonunu neredeyse mükemmele yakın yaptı. Tek eksikleri bazı pozisyonlarda savunma arkasına sarkan rakip orta saha oyuncularını takip etmemeleriydi ama zamanla o konuda da daha iyi olacaklardır. Forvet yine bildiğiniz gibiydi, çok koştu çok didindi ve faydalı işler yaptı. Kazanmaya çok yakın olduğumuz bir karşılaşmayı biraz şanssızlık biraz da tecrübesizlik sonucu berabere bitirdik. Her ne kadar 2 puan kaybetmiş gibi görünsek de Lille deplasmanında alacağımız olumlu bir sonuçla belki de bizi bir üst tura taşıyan puan olacaktır bu akşam alınan bir puan.


Tüm camia olarak tarihimizin en önemli maçlarından birine çıkacağımız Lille karşılaşmasına odaklanmalıyız bundan sonra. Meclis ve hükümet destekli şikeli liglerin daha yıllarca oynanacağını da göz önünde bulundurursak, belki de lig'de oynayacağımız maçlarda yedek ağırlık kadrolarla oynayıp Şampiyonlar Ligi son maçına oyuncuları dinç olarak çıkarmalıyız. Bunun kararını tabiki Şenol Güneş verecektir, ama benim bildiğim tek bir şey var o da bu takımın her yönüyle bir üst tura çıkmayı hak ettiğidir. İşte benim TRABZONSPOR'um budur.


Saygı ve sevgilerimle,


Kuyumcu

21 Kasım 2011 Pazartesi

Biz Futbolu Çok Seviyoruz ( Mu Acaba?)

Türk halkının en büyük eğlencesidir futbol. Yaşamının ve zamanının büyük bir kısmını kapsar futbol oyunu. Kime sorarsanız sorun mutlaka bir fikri, söyleyecek bir şeyi vardır futbol hakkında. Dışarıdan bakan biri için sanki bu oyunu çok seviyormuş gibi görünür Türk insanı. Gerçekten de böyle midir? Türk insanı futbolu çok mu sever? İsterseniz bu sorulara cevap vermeden önce size futbolun İngiltere’de nasıl algılanıp, yaşandığını ve insanların bu oyuna nasıl baktığını çeşitli örneklerle ve bilgilerle aktarayım ve gerekli yerlerde de bizdeki örnekleriyle kıyaslayalım, yazının sonuna geldiğimizde de yukarıdaki soruları tekrar soralım, bakalım ne cevap vereceğiz.


İngiltere’nin başkenti Londra’ya ilk olarak Eylül 1995 yılında üniversite eğitimimi yapmaya gitmiştim. Uçak Londra Heathrow havaalanı için alçalmaya başladığında dikkatimi çeken ilk şey bütün şehrin yemyeşil olduğu ve belki de binlerce futbol sahası olduğuydu. Taksiyle kalacağım eve doğru giderken bir yandan şehri tanımaya bir yandan da anlamaya çalışıyordum. Londra, Hollywood filmlerinde gördüğümüz büyük şehirlere hiç benzemiyordu. Öyle beton yığınlarından, yüksek gösterişli binalardan,yeni yapılardan oluşmuyordu. Binalar eski ama bakımlı, sokaklar düzenli ve temiz, trafik yoğun olmasına rağmen düzenli akıyordu. Bizi bu yazı özelinde ilgilendiren ise, her semtte en az 5-6 tane futbol sahası olduğuydu. Londra’nın geniş ve düz olmasının bunda payı büyüktü, ama asıl önemli olan oradaki insanların bu geniş düzlükleri rant kapısı olarak görmeyip kendi yaşam standartlarını ve kalitesini arttıracak şekilde kullanmalarıydı. Parklar ve spor alanları bu alanların en güzel kullanılma biçimleriydi benim için. Bizde bu alanların ne yapıldığını sanırım hepimiz biliyoruz, onun için karşılaştırmaya gerek yok. Tabi bunda gerek siyasilerin, gerekse yerel yönetimlerin insana verdiği önemin de bizdeki gibi seçim vaatleriyle sınırlı olmamasının da payı olduğunu yaşadıkça daha iyi anladım. Orada insanlar yöneticilerinin söylediklerinin takipçisidir ve gerektiğinde hesap da sorarlar.


Aradan bir iki hafta geçince, şehre alışmaya başlayıp her tarafı istediğim gibi gezmeye başlamıştım. Gezdikçe de daha iyi anlamaya başlamıştım bizimle onlar arasındaki farkın ne kadar büyük olduğunu ve adamların gerçekten de hayatı bizden daha çok sevdiğini. Cumartesi ve Pazar günleri o size bahsetmiş olduğum parklar ve futbol sahaları 7’den 70’e insanlarla dolu olur sabahın köründen akşam üstlerine kadar. Öyle cinsiyet ayrımı da yoktur futbol sahalarında, özellikle de çocuklar arasında. Bazı maçlar kız erkek karışık oynanır bazıları ise yalnız erkekler arasındadır. Ufacık çocukların öyle hurra topun peşinden bir oyana bir buyana koşuşturduklarını sanmayın sakın. Saha çizgileri, hakem, yan hakemler, teknik direktörler ve genelde ailelerden oluşan seyircilerin yanında açıkça görebileceğiniz oyun dizilişleri ve taktikleri vardır ve bunlar profesyonel ya da amatör takımların alt yapıları değil, mahallede bir araya gelip kurulan bildiğiniz aile babalarının hocalık yaptığı takımlardır. İşte size neden ülkemizde yetişen futbolcuların bir alt yapısının ve oyun görüşünün olmadığının en çarpıcı yanıtı. Burada en önemli olan ise kaybetmenin ya da kazanmanın hiçbir öneminin olmadığıdır. Maçtan sonra bütün çocuklar tebrik edilir, meyveleri içecekleri verilir, üstleri değiştirilir ve hafta sonunun diğer sosyal aktiviteleri için sahadan ayrılır aileler.



Futbolu seven ve futbol seyircisi olan herkes hayatının belli bir döneminde futbolla beli ölçülerde haşır neşir olmuştur ve en azından futbolun belli oranda alt yapısını almıştır. Bu tür insanlardan oluşur futbol seyircisi ve tribünleri dolduran seyirciler. Oyunun ruhundan anlayan insanlardır ve olaya çocukluktan aldıkları eğitimle daha çok eğlence olarak bakarlar. Kazanmak isterler ama yenmek ya da yenilmek hayat memat meselesi değildir onlar için. Mağlup olunca dünyaları kararmaz. Bu yüzden kendilerine dikte edilenin değil, kendilerini ait hissettikleri renklerin peşinden koşarlar. Her takımın seyircisi vardır, kaçıncı lig’de olduğunun da bir önemi yoktur. Burada biz Trabzonspor’lularla bir ortak yanları da vardır ki genelde memleketinin takımını tutar İngilizler, bazen de yaşadığı yerin takımını desteklerler, ama öyle Manchester’li olmayan ya da  orada yaşamayan bir insanın sırf Manchester United çok başarılı diye onları tuttuğuna pek şahit olmazsınız. Ufak kasaba takımlarının sahaları bile tıklım tıklım dolar maç günleri. Kupa maçlarında dikkat ettiyseniz bizdeki gibi de değildir bu takımların anlı şanlı takımlarla oynadıkları maçlardaki tribünler. Herkes mahalli takımını destekler gönülden.


Üniversite’de okuduğum yıllarda hem üniversite takımında oynuyor hem de orada tanıştığım Türk arkadaşlarımın ısrarı üzerine Türk’lerin kurmuş olduğu Türk Liginde oynuyordum. Üniversite Liginde huzur içinde ve keyifli geçen maçlarımız, Türk Liginde kavga ve gürültüden ibaret olan maçlardan çok daha mantıklı geldiği için arkadaşlarımdan özür dileyip takımlarından ayrıldım. Daha sonra değişik zamanlarda ve değişik arkadaşların takımlarında sonunu bile bile sırf onları kırmamak adına yer aldım, ama her seferinde macera erken bitti daha önce belirttiğim sebepten. Her ne kadar benim de kaybetmeye tahammülüm olmasa da, ölüm kalım meselesi olarak görmüyordum futbolu. Belki de kaybetmeyi hazmetmek de bir erdemdi ve ben bunu İngiliz’lerde görmüştüm.



Gelelim İngiltere Premier Lig’le şahsen tanıştığım döneme. Her ne kadar Arsenal sempatizanı olsam da gerek Arsenal Kulübü'nün maçlarına bilet bulma imkanım olmadığından ( Arsenal bütün biletleri sezonluk kombine olarak satar ve kombine alabilmek için bilet 2-3 yıl bir bekleme süresi vardır) gerekse oturduğum yerin Charlton Athletic sahasına 10 dakika uzaklıkta olmasından Charlton maçlarına gitmeye karar verdim. O dönemler üniversite eğitimini Londra’da yapan kardeşimle beraber Charlton’un tüm lig maçlarına gitmeye başladık. Yerimde olup tribünleri dolduran seyircileri ve tepkilerini bir görmenizi isterdim. Onlar futbol seyircisi ise biz kesinlikle başka bir şey seyrediyoruz burası gerçek. Bir kere koltuklar sizin adınıza satılıyor ve herkes biletinde yazan yerde oturmak zorunda, giriş çıkışlar evinize giriş çıkış kadar rahat neredeyse., herkes oturduğu yerden medeni bir şekilde tıpkı bir tiyatro ya da sinema izler gibi izliyor maçı ama tezahüratını da yapıyor aynı zamanda. Tek istisna kale arkasındaki bir bölüm. Onlar bizim ateşli taraftarlarımız gibi sürekli ayaktalar ve tezahürat yapıyorlar. Ama onlarda bile bir düzen hakim. Etrafıma baktığımda ilginç manzaralar görüyorum. Yaşlı başlı insanlar, çocuklarıyla, torunlarıyla maça geliyorlar hem de hepsi kombine sahibi. Soruyorum, 30 yıldır 40 yıldır geldiğini söyleyenler var. Kardeşime dönüp be herhalde buradaydı, stadı bunun etrafına inşa ettiler mecbur bu da içinde kaldı diyorum, gülüşmeye başlıyoruz. Dilimizi anlamadıklarında neye güldüğümüzü de anlamıyorlar doğal olarak. Gelelim Charlton özelinde vereceğimiz derse. Aradan birkaç hafta geçti biz takımı iyice tanımaya ve benimsemeye başladık. Takım küme düşmemek için mücadele veriyor yeniyor, yeniliyor ama ortada bir mücadele var. Biz iki kardeş kötü oyunda tepki veriyoruz, bazen Türkçe bazen İngilizce oluyor bu tepkiler, adamlar istisnalar hariç pek oralı değil. Gireni çıkanı alkışlıyor, mağlup oluyor alkışlıyor, hatta o sezon sonunda takım küme düştüğünde bile 25 bin kişi ayakta takımı dakikalarca kimisi göz yaşları içinde alkışlayarak uğurladı. Biz o gün ne yaptık dersiniz, iki kardeş sizin de takımınızın da deyip hepsinin halini hatırını Türkçe sorduktan sonra stadı sinirli bir şekilde terk ettik, bize ne oluyorsa. Adamlar bozulmuyor takımın düştüğüne biz bozuluyoruz. Maç çıkışı herkes biraz maç değerlendirmesi,biraz sezon değerlendirmesi bolca da akşama ne yapacaklarının muhabbetini yapıp evlerinin yolunu tutuyor. Orada bir kere daha anlıyorum ki, Türkiye’de sistem ruh hastası futbol fanatikleri yaratıyor. Bizim sevdiğim futbol falan değil, bizim sevdiğimiz kazanma duygusu, karşıdakinin kaybetmiş olduğundan duyduğumuz haz.


Şimdi isterseniz ilk başta sorduğumuz soruyu tekrar soralım. Türk insanı futbolu gerçekten de çok mu sever?





Saygı ve sevgilerimle,



Kuyumcu


19 Kasım 2011 Cumartesi

Mersin'den Şampiyonlar Ligi'ne Bakış

Trabzonspor, milli maç için verilen aradan sonra Mersin İ.Y. maçıyla tekrar lige dönüş yaptı. Doğrusunu söylemek gerekirse düşük tempoda ve az pozisyonla geçen maçta ortaya çıkan sonuç her iki takımın da hak ettiğini kendilerine verdi, yani birer puanı. İlginç olan karşılaşmanın karşılıklı atılan iki golünün de takımların kendi kalelerine atıtığı goller olmasıydı. Her ne kadar futbolun adaleti yok diye bir söylem sahalarda sık sık gerçekleşiyor olsa da, bu akşam futbol adaletli davrandı her iki takıma da. Hatta seyirciye bile adaletliydi futbol, gol pozisyonunun neredeyse olmadığı maçtan iki gol çıkardı futbolun adaleti.

Gelelim sahadaki oyuna. Maç her iki takım açısından da durgun ve yavaş başladı. Bunda lige verilen aranın yanı sıra özellikle Trabzonspor'lu futbolcuların fiziksel ve zihinsel yorgunluklarının da payı vardı. Giray ve Burak'ın sakatlıklarının geçmiş olmasıyla takımdaki yerlerini almaları, akıllarında belli ki İnter maçı olan bu futbolcuları oyuna kendilerini konsantre etmelerine yetmedi. Öte yandan maçın ilk yarısında Tolga her zamanki gibi dikkatli ve formda idi. Formda olan diğer oyuncular ise Serkan ve Alanzinho idi. Sezon başından beri sağ bekte yeterli performansı gösteremeyen Serkan orta sahada daha verimli olacağını ve burada oynamak istediğini söyler gibiydi. Ataklara yardımcı olmasının yanı sıra orta sahanın direncini de arttırdı. Alanzinho ise topu olumlu kullanıp oyunu dikine doğru oynadığı anlarda etkili oldu. Bu akşamın benim açımdan hayal kırıklığı yaşatan ismi ise Halil'di. Ne orta sahaya ne da hücum bölgesine yarcımcı olabilen Halil kaybettiği toplarla da rakibin atağa kalkmasına sebebiyet verdi.

Maçın hakeminin ve yan hakeminin ortaklaşa hatasıyla gelen Mersin İ.Y. golü, maça biraz hareket getirse de üretkenlik anlamında fazla birşey göremedik sahada. Şenol Güneş'in Adrian ve Volkan hamlesi Trabzonspor'un risk alarak hücum yapmasına yol açsada, golün gelmesini sağladı. Şunu tekrar belirtmeden geçemeyeceğim Adrian'ı kim seyretti, neden beğendi bilmiyorum ama ne bu maçta ne de başka bir maçta herhangi bir olumlu hareketini görmediğim bu oyuncu bırakın Trabzonspor'da oynamayı herhangi bir Bank Asya takımında bile oynayamaz. Golde yaptığı orta da kötü olmasına rağmen Moritz'in ters vuruşu sonucu top rakip ağlarla buluştu.


Bu akşam oynanan maç artık geride kaldı. Üzerinde fazla takılmamak lazım. Olası bir galibiyet durumunda Şampiyonlar Ligi'nde oynayacağımız İnter maçına daha moralli çıkacağımız bir karşılaşmadan şans eseri de olsa bulduğumuz bir golle en azından mağlup ayrılmamış olduk ve bu bir nevi moral olmuş oldu. Şimdi yapılması gereken takımın hem zihinsel hem de fiziksel olarak kendini Salı günene hazırlaması. Tarihimizin en önemli maçlarından biri bizi bekliyor ve gerek teknik heyet gerekse futbolcular bunun bilinciyle hareket ederek sorumluluklarını yerlerine getireceklerdir.


Burada taraftarımıza ve camiamıza da büyük bir görev düşüyor. Maça kadar manevi olarak takımımıza tam destek vermeliyiz ve maç günü de Avni Aker Stadyumunun tribünlerini tıka basa doldurarak takımımızın galibiyeti için elimizden gelen desteği vermeliyiz. İnter maçı sonrası her türlü senaryo konuşuluyor olabilir. Galip gelmemiz halinde grup'tan çıkma adına büyük bir adım atmış olacağız ama önemli olan bu maçta da kaybetmemek. En kötü ihtimalle berabere bitecek bir maç, Lille karşısında olası bir CSKA galibiyeti ile en azından Avrupa Ligi biletini almamızı sağlayacaktır.

Saygı ve sevgilerimle,


Kuyumcu

12 Kasım 2011 Cumartesi

Ne Yapmalı?

Milli takımımızın dün akşam Hırvatistan karşısında ortaya koyduğu futbol ve kendi saha ve seyircisi önünde aldığı 3-0'lık yenilgi ne yalan söyleyeyim benim de beklemediğim bir sonuçtu. Benim kendimi savunacak mazeretim var zira ben Hırvatistan'ı son zamanlarda hiç seyretmedim ve değerlendirme imkanım da olamadı ama dün akşam gördüm ki bu iş için milyonlarca avro para alanların da benden pek bir farkı yokmuş, hatta onlar takımlarına bile benim kadar güvenmiyorlarmış. Burada hala daha ne başarısı olduğu için milli takımın başına getirildiğini bilmediğim Guus Hiddink'e değinmeden geçemeyeceğim. Geldiği zaman da söylediğim gibi, kendini kafa olarak emekli etmiş birinden medet ummak olsa olsa ahmaklıktır. Maç sonu açıklaması gerek bize gerekse yaptığı işe karşı olan saygısını ve bağlılığını bir kere daha gözler önüne serdi. Utanmadan sıkılmadan siz zaten Hırvatistan'ı yenecek bir takım değilsiniz ve bu sonuç ta gayet normal dedi ve Türkiye'yi şark olarak gören aşağılık Avrupa'lı tavrı ve düşüncesiyle de bizi duygusallıkla ve sistemsizlikle suçladı. İyi de, Allah'ın Hollanda'lı Montofonu, bu sonuçları almak için bizim sana ne ihtiyacımız vardı, yanındaki o Oğuz denen mal da gayet rahat bu sonuçları alacak kapasiteye sahip. Gerçi TFF'nin başkanı ve yöneticileri adam olsalar bu konuşmanın ardından seni orada tutmazlardı ama onlar hala şikecileri nasıl kurtarırızın derdinde olduğundan bu konuda pek yapacakları birşey yok gibi.


Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerek, dün akşam seyrettiğim Hırvatistan gerek oyun kurgusu gerekse oyun disiplini olarak mükemmel bir takım. Belki dünya çapında bir yıldızları ya da maçı tek başına alacak oyuncuları yok ama oyunun her alanında takım halinde hareket eden, takım halinde topun arkasına geçen, bloklar arası bağlantıyı çok iyi kuran bir takım Hırvatistan. Basketbol'daki alan savunması anlayışını futbola mükemmel uyarlamışlar. Bunun karşılığında da bize bir tane bile gol pozisyonu vermediler. Tabi bunda bizim oyuncularımızın ruhsuz ve etkisiz futbolunun da payı büyük. Hırvatlar dün akşam futbolun gerektirdiği bütün doğruları yaptılar ve belki de daha farklı kazanabilecekleri bir karşılaşmayı alınlarının akıyla ve bileklerinin hakkıyla farklı kazandılar.


Gelelim madalyonun diğer yüzüne, yani bizim milli takımımızın değerlendirilmesine. Balık baştan kokar misali, bağlı olduğu kurum olan TFF'nin asıl amacı olan Türk Futbolu'nu yönetme ve geliştirme işlevini yerine getirmek yerine, şike yapan kişi ve takımları korumayla ve kollamakla meşgul olması bu günlerin aslında çoktan habercisiydi. Önce şunu söylemek gerekir ki, dün akşam sahada bulunan futbolcuların hiçbir tanesi başarılı değildi ve giydiği o formanın hakkını da veremedi. Gerek yaşanan futbol dışı olayların yarattığı konsantrasyon bozukluğu gerekse teknik heyetin yaptığı oyuncu seçimi ve taktik hataların da bunda payı büyüktü. Fenerbahçe'li futbolcular büyük bir yıkım içindeler, idianame'nin açıklanmasıyla başlarına gelecek olanları sanırım en sonunda anlamış olacaklar ki tartışmasız son yıllarda yerlerinin en iyileri olan Gökhan Gönül ve Volkan Demirel yaptıkları hatalar ve sergiledikleri ruh haliyle dün akşam sahada olmamamları gerektiğini gösterdiler. Gerçi bu oyun anlayışı ve form durumuyla yerlerine başkaları oynasa da sonuç pek farklı olacak gibi durmuyordu ama yinede alternatif isimler daha doğru tercih olabilirdi. Bu düzensizlik ve yılgınlık içinde geçen senenin en iyi savunma ikilisi olan ve maçtan önce mantıklı tercih olarak gözüken Giray-Egemen tercihi bile maya tutmadı. Gerçi en az 1 senedir bu bölgede beraber oynamaları gereken bu ikilinin ancak bu maçta böyle bir şans yakalamış olması da ayrı bir tartışma konusu.


Akşamki maçı aslında takım olarak değil de millet olarak kaybettik. Bu mağlubiyet sonuç olarak Türkiye'nin kaybetmesi anlamına geliyor ama hala bunu idrak edemeyenler var. Tuttukları takımın formasıyla maçları seyreden seyircilere alışık olduğumuz bir gerçek, ama bunu milyonların gözü önünde, yorumculuk adı altında yapanları gördükçe insan kendini tutamıyor. Şikeci Aziz Yıldırım'ın yalakalığını yapmasına alıştığımız Rıdvan Dilmen'in düzenli yaptığı Metris ziyaretlerinde ne tür talimatlar aldığını anlamak için dahi olmaya gerek yok. Yenilen ilk iki golde en büyük sorumluluğun Gökhan Gönül ve Volkan Demirel'e ait olduğu apaçık ortada iken, tasmasını elinde tutanların da beklentilerini boşa çıkarmamak için her fırsatta Trabzonspor'lu futbolculara ve taraftara çamur atması dikkatimizden kaçmadı. Taraftara küfür eden Volkan'ı savunması da herkesin kendi gibi olduğunu düşünmesinden ötürü olmalı. Şunu bilki Rıdvan efendi insanlar kendilerine küfür edenlere tepkisiz kalmaz ama sende bunu anlayacak ne kapasite ne de karakter var. Dedik ya balık baştan kokar. Maalesef futbolumuz, son yaşanan olaylarda da görüldüğü üzere mafya'nın ve çetelerin eline teslim edilmiş. İş adamı kılığındaki kan emicilerin kendi çıkarları ve maddi manevi kazanımları için ellerinde oyuncak olmuş. Bu düzenin milli takıma yansıması da kaçınılmazdı. Milli takımımızın dün akşam içine düştüğü durum bir kez daha gösterdi ki, Türkiye'de futbol bitmiştir hem de tüm sistem çökmüştür ve ne yazık ki altında da Türk insanı ve futbol seyircisi kalmıştır. Artık yetkilerin sorumluluklarının bilincine varması ve gerekli adımları atması gerekmektedir. Artık çok geç olamadan birşey yapılmalı demeyeceğim zira artık çok geç. Bu enkaz temizlenmeli ve yeni bir düzen kurulmalıdır. Bu düzen de adil ve tarafsız olmalıdır.


İlk yapılması gereken sen ben kavgasını bırakıp yanlışların tesbit edilmesidir. Teknik ve sistem konularına girmeden genel olarak şöyle özetleyebilirim yapılması gerekenleri.
1) Milli takım teknik heyeti tamamıyla değiştirilmeli, yerlerine hak eden kişiler getirilmeli
2) Milli takım oyuncularına pirim verme sistemi ortadan kaldırılmalı. O formayı para için değil onur için giyenler seçilmeli.
3) Ahbap çavuş ilişkileri ile oyuncu ve teknik yardımcı seçimine son verilmeli.
4) Hak edene forma teslim edilmeli. İlle oyuncunun İstanbul'un malum 3 takımına transfer olması beklenmemeli (örnek egemen).
5) Milli takıma artık bir oyun şablonu yerleştirilmeli ve alt yapılarda da aynı sistemle oynanmalı.
6) Milli takımlar arasında gerçekçi bir bağ kurulmalı, herkesinkendi başına buyruk hareket etmesi ve milli takımı yolunacak kaz olarak görmeleri engellenmeli.

Bütün bunlar yapıldıktan sonra daha detaylı çalışmalar ve sistemin yeniden kurulması işleri yapılabilir ama sanırım ilk önce yaılması gereken ise gerçekten de bunları istemek ve kendimize yalan söylemeyi bırakıp gerçekleri görmek. Kendimizi dev aynasında görmeyelim ama gücümüzün ve potansiyelimizin de farkında olalım. En azından Alman'ların neyi doğru yaptığını araştıralım ve üstüne bir model oluşturalım. Binlerce Türk gençi içinden onlarca futbolcu çıkarıyorlarken, biz milyonlarca Türk genci'nin içinden bir milli takım çıkaramıyoruz ve onların yetiştirdiği futbolcuları kapıp hazıra konmak yerine kendi futbolcularımızı yetiştirelim.


Ulu Önder M. Kemal Atatürk'ün de söylediği gibi; ''Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur''.


Saygı ve sevgilerimle,


Kuyumcu



3 Kasım 2011 Perşembe

Çekirge Yine Sıçradı.

Şampiyonlar Ligi'ne deplasmanda Inter galibiyeti ile başlayan Trabzonspor, aldığı galibiyetle, kendinden beklenmeyen şekilde çıtayı yükseltmiş ve maçlar başlamadan önce yapılan tahminleri boşa çıkarıp gruptan çıkma yönünde beklentileri attırmıştı. İlerleyen maçlar durumun pek o kadar da umut verici olmadığını ve ayaklarımızı yere daha sağlam basmamız gerektiğini öğretti bizlere. Önce sahamızda Lille ile berabere kaldık, daha sonra CSKA'ya deplasmanda boyun eğdik ve bu akşam aslında hiç te hak etmediğimiz 1 puanla ayrıldık kendi sahamızda oynadığımız maçtan. Bu akşam oynanan oyun da gösterdi ki bu takım bu ligi kaldıracak oyunculardan oluşmuyor ve alınan bu 5 puan bu kapasitede bir takım için aslında büyük başarıdır.


Maça gelince çok detaya inmeden bazı istatistikler vereceğim ve yapılan hataları anlatmaya çalışacağım. CSKA'nın kaleye atılan 11 şutunda 6'sı isabetli olurken bu rakam Trabzonspor'da 6'da 2. Maçta önde olduğumuz tek istatistik ofsayt alanında. 9 ofsayta düşen oyuncularımız toplamda 28 ofsaytla Şampiyonlar Ligi'nin bu alanda açık ara lideri konumunda. Topla oynama oranlarıda rakibin lehine, yüzde 48'e, yüzde 52. Kendi sahanızda oynadığımız bir maçta istatistikler rakibi gösteriyorsa, maçın berabere bitmiş olması kayıp değil, kazançtır.

Maç 90 dakika boyunca CSKA'nın kontrolünde ve baskısında geçti. Yakaladıkları yüzde doksan dokuzluk gol pozisyonlarını Tolga'nın yerinde müdaheleleriyle bertaraf ettik. CSKA 10 kişi kaldıktan sonra bile birçok tehlikeli pozisyon yakaladı kalemizde. Bizim ise son dakikada yakaladığımız direkten dönen pozisyon dışında, Alanzinho'nun getirip içeri boş iki arkadaşına pas vermek yerine cılız bir şutla kaleciye teslim ettiği pozisyon dışında pozisyonumuz yok. Diğer dikkat çeken nokta ise takımın organize hiçbir atak geliştiremiyor olması. Tamamen bireysel becerilere bırakılmış olan hücum etkinliği, bu becerinin eksikliği yüzünden takımı sürekli uzun pas yapmaya zorluyor. Dün akşam da görüldü ki, atılan uzun paslar rakip savunma arasında tek kalan Burak'ı golle buluşturmaya yetmiyor. Savunmanın baskısından kurtulmaya çalışan Burak ta, ya ofsayt pozisyonunda yakalanıyor ya da rakibe faul yapmak zorunda kalıyor.


İsimlere takılmadan genel oyun değerlendirmesi yapacak olursak ( isimlere takılmadan diyorum zira aynı isimleri yazmaktan artık cidden sıkıldım) bu gibi zorluk dercesi yüksek maçlarda ne yaptığını bilen bir takıma karşı oynuyorsanız, ilk yapmanız gereken şey orta sahanızı ayakta durabilen ve oyunun her iki yönünü oynayabilen oyunculardan oluşturmanızdır. Maalesef Trabzonspor orta sahası aldığı topları olumlu kullanamayan ve top kazanmada da zorluk çeken oyunculardan kurulu. Ne hücum, ne de savunma anlamında katkıda bulunmayan oyunculara yüklenen sorumluluk onları da iyice eziyor artık. Yeni bir takım olmanın ve henüz birbirine alışamamış olmanın verdiği dağınıklık yüzünden oyun içinde birlikte hareket edemiyorlar. Sanki herkes kendi başına oynuyor gibi. Hücum bölgesine de, savunma bölgesine de yardıma gelemiyorlar. Bu da hatlar arası kopukluğa ve oyun bütünlüğünün bozulmasına yol açıyor. 


Orta sahanın savruk ve dengesiz oyununun yanında savunmanın olumlu, ve can siparane oyunu, Tolga'nın muhteşem kurtarışlarıyla birleşince bugün savunma üstüne düşen görevi fazlasıyla yapmış oldu. Ağır adamlardan kurulu olan savunmamız, ilk maçta yaptıkları hatalardan aldıkları dersle, araya atılan toplarda daha dikkatli olmalarına rağmen, yinede Love ve Doumbia'ya pozisyon verdiler. Bunda, kendilerinden çok o pasların atılmasına izin veren orta sahanın hatası vardı. Buna rağmen gol olmamış olması Tolga'nın üstün performansının bir sonucuydu. Buradan, Tolga ve Giray'a alınan 1 puan için teşekkür etmeliyiz. 


Takımın bir diğer olumsuz yanı ise hücumun sadece atılacak uzun toplar sonucu Burak'ın savunma arkasına yapacağı koşularda bulacağı gollere endeksli olması. Bu yüzden takım şu anda bu ligin açık ara ofsayt lideri. CSKA 10 kişi kaldıktan sonra bile rakibin üstüne fazla adamla gidemedik. Bu devirde bu denli çağdışı bir hücum anlayışı görüldü ki CSKA gibi zayıf savunması olan bir takım karşısında bile işe yaramıyor. Hücumda Burak'a mutlaka destek gitmeli, oyun kanatlara yayılmalı ve kenar ortalarla da gol aranmalı. Savunmalar en çok hatayı yandan gelen ortalarda yaparlar, bu durum mutlaka değerlendirilmeli ve bu yönde atak organizasyonları geliştirilmeli. Göbekten verkaçlarla ve adam eksilterek hücum edilmeli ve rakip Bir oyucuya atılan uzun toplara rakip savunma kademeli durarak ve bekleyerek çok rahat müdahale ediyor. Yukarıda saydığım değişik hücum zenginliği yaratılabilirse rakip savunmaların dengesi de muhakkak bozulacaktır.


Şimdi geriye iki karşılaşma kaldı. Sahamızda oynayacağımız İnter ve deplasmanda oynayacağımız Lille maçları. Bu kadro düzeni ve oyun sistemiyle bu maçlardan puan almamız anca bu akşamki gibi savunma ve kaleci gayretiyle mümkün olabilir. Bu akşam çekirgenin bir kere daha sıçradığını düşünürsek, bu iki maçta bir kere daha sıçrama ihtimali ne kadardır bilemem. Şikeli ligimizdeki vasat takımlar karşısında bile zorlanan bu orta saha ile bir İnter mucizesi daha gerçekleşir mi, onu da bilemem. Bunun bilincinde olur ve buna göre bir takımla çıkar ve haddimizi bilerek oynarsak ne ala, yok ben bildiğimden şaşmam, dediğim dedik çaldığım düdük dersek sonumuz hüsran olur.


Dost acı söyler demişler. Bana soracak olursanız çekirgenin artık sıçrayacak hali de, şansı da kalmadı. Çok geç olmadan tedbir alıp ona göre davranmalı. Bundan sonrası sana kalmış artık Şenol Hocam.


Saygı ve sevgilerimle,


Kuyumcu