Türk halkının en büyük eğlencesidir futbol. Yaşamının ve zamanının büyük bir kısmını kapsar futbol oyunu. Kime sorarsanız sorun mutlaka bir fikri, söyleyecek bir şeyi vardır futbol hakkında. Dışarıdan bakan biri için sanki bu oyunu çok seviyormuş gibi görünür Türk insanı. Gerçekten de böyle midir? Türk insanı futbolu çok mu sever? İsterseniz bu sorulara cevap vermeden önce size futbolun İngiltere’de nasıl algılanıp, yaşandığını ve insanların bu oyuna nasıl baktığını çeşitli örneklerle ve bilgilerle aktarayım ve gerekli yerlerde de bizdeki örnekleriyle kıyaslayalım, yazının sonuna geldiğimizde de yukarıdaki soruları tekrar soralım, bakalım ne cevap vereceğiz.
İngiltere’nin başkenti Londra’ya ilk olarak Eylül 1995 yılında üniversite eğitimimi yapmaya gitmiştim. Uçak Londra Heathrow havaalanı için alçalmaya başladığında dikkatimi çeken ilk şey bütün şehrin yemyeşil olduğu ve belki de binlerce futbol sahası olduğuydu. Taksiyle kalacağım eve doğru giderken bir yandan şehri tanımaya bir yandan da anlamaya çalışıyordum. Londra, Hollywood filmlerinde gördüğümüz büyük şehirlere hiç benzemiyordu. Öyle beton yığınlarından, yüksek gösterişli binalardan,yeni yapılardan oluşmuyordu. Binalar eski ama bakımlı, sokaklar düzenli ve temiz, trafik yoğun olmasına rağmen düzenli akıyordu. Bizi bu yazı özelinde ilgilendiren ise, her semtte en az 5-6 tane futbol sahası olduğuydu. Londra’nın geniş ve düz olmasının bunda payı büyüktü, ama asıl önemli olan oradaki insanların bu geniş düzlükleri rant kapısı olarak görmeyip kendi yaşam standartlarını ve kalitesini arttıracak şekilde kullanmalarıydı. Parklar ve spor alanları bu alanların en güzel kullanılma biçimleriydi benim için. Bizde bu alanların ne yapıldığını sanırım hepimiz biliyoruz, onun için karşılaştırmaya gerek yok. Tabi bunda gerek siyasilerin, gerekse yerel yönetimlerin insana verdiği önemin de bizdeki gibi seçim vaatleriyle sınırlı olmamasının da payı olduğunu yaşadıkça daha iyi anladım. Orada insanlar yöneticilerinin söylediklerinin takipçisidir ve gerektiğinde hesap da sorarlar.
Aradan bir iki hafta geçince, şehre alışmaya başlayıp her tarafı istediğim gibi gezmeye başlamıştım. Gezdikçe de daha iyi anlamaya başlamıştım bizimle onlar arasındaki farkın ne kadar büyük olduğunu ve adamların gerçekten de hayatı bizden daha çok sevdiğini. Cumartesi ve Pazar günleri o size bahsetmiş olduğum parklar ve futbol sahaları 7’den 70’e insanlarla dolu olur sabahın köründen akşam üstlerine kadar. Öyle cinsiyet ayrımı da yoktur futbol sahalarında, özellikle de çocuklar arasında. Bazı maçlar kız erkek karışık oynanır bazıları ise yalnız erkekler arasındadır. Ufacık çocukların öyle hurra topun peşinden bir oyana bir buyana koşuşturduklarını sanmayın sakın. Saha çizgileri, hakem, yan hakemler, teknik direktörler ve genelde ailelerden oluşan seyircilerin yanında açıkça görebileceğiniz oyun dizilişleri ve taktikleri vardır ve bunlar profesyonel ya da amatör takımların alt yapıları değil, mahallede bir araya gelip kurulan bildiğiniz aile babalarının hocalık yaptığı takımlardır. İşte size neden ülkemizde yetişen futbolcuların bir alt yapısının ve oyun görüşünün olmadığının en çarpıcı yanıtı. Burada en önemli olan ise kaybetmenin ya da kazanmanın hiçbir öneminin olmadığıdır. Maçtan sonra bütün çocuklar tebrik edilir, meyveleri içecekleri verilir, üstleri değiştirilir ve hafta sonunun diğer sosyal aktiviteleri için sahadan ayrılır aileler.
Futbolu seven ve futbol seyircisi olan herkes hayatının belli bir döneminde futbolla beli ölçülerde haşır neşir olmuştur ve en azından futbolun belli oranda alt yapısını almıştır. Bu tür insanlardan oluşur futbol seyircisi ve tribünleri dolduran seyirciler. Oyunun ruhundan anlayan insanlardır ve olaya çocukluktan aldıkları eğitimle daha çok eğlence olarak bakarlar. Kazanmak isterler ama yenmek ya da yenilmek hayat memat meselesi değildir onlar için. Mağlup olunca dünyaları kararmaz. Bu yüzden kendilerine dikte edilenin değil, kendilerini ait hissettikleri renklerin peşinden koşarlar. Her takımın seyircisi vardır, kaçıncı lig’de olduğunun da bir önemi yoktur. Burada biz Trabzonspor’lularla bir ortak yanları da vardır ki genelde memleketinin takımını tutar İngilizler, bazen de yaşadığı yerin takımını desteklerler, ama öyle Manchester’li olmayan ya da orada yaşamayan bir insanın sırf Manchester United çok başarılı diye onları tuttuğuna pek şahit olmazsınız. Ufak kasaba takımlarının sahaları bile tıklım tıklım dolar maç günleri. Kupa maçlarında dikkat ettiyseniz bizdeki gibi de değildir bu takımların anlı şanlı takımlarla oynadıkları maçlardaki tribünler. Herkes mahalli takımını destekler gönülden.
Üniversite’de okuduğum yıllarda hem üniversite takımında oynuyor hem de orada tanıştığım Türk arkadaşlarımın ısrarı üzerine Türk’lerin kurmuş olduğu Türk Liginde oynuyordum. Üniversite Liginde huzur içinde ve keyifli geçen maçlarımız, Türk Liginde kavga ve gürültüden ibaret olan maçlardan çok daha mantıklı geldiği için arkadaşlarımdan özür dileyip takımlarından ayrıldım. Daha sonra değişik zamanlarda ve değişik arkadaşların takımlarında sonunu bile bile sırf onları kırmamak adına yer aldım, ama her seferinde macera erken bitti daha önce belirttiğim sebepten. Her ne kadar benim de kaybetmeye tahammülüm olmasa da, ölüm kalım meselesi olarak görmüyordum futbolu. Belki de kaybetmeyi hazmetmek de bir erdemdi ve ben bunu İngiliz’lerde görmüştüm.
Gelelim İngiltere Premier Lig’le şahsen tanıştığım döneme. Her ne kadar Arsenal sempatizanı olsam da gerek Arsenal Kulübü'nün maçlarına bilet bulma imkanım olmadığından ( Arsenal bütün biletleri sezonluk kombine olarak satar ve kombine alabilmek için bilet 2-3 yıl bir bekleme süresi vardır) gerekse oturduğum yerin Charlton Athletic sahasına 10 dakika uzaklıkta olmasından Charlton maçlarına gitmeye karar verdim. O dönemler üniversite eğitimini Londra’da yapan kardeşimle beraber Charlton’un tüm lig maçlarına gitmeye başladık. Yerimde olup tribünleri dolduran seyircileri ve tepkilerini bir görmenizi isterdim. Onlar futbol seyircisi ise biz kesinlikle başka bir şey seyrediyoruz burası gerçek. Bir kere koltuklar sizin adınıza satılıyor ve herkes biletinde yazan yerde oturmak zorunda, giriş çıkışlar evinize giriş çıkış kadar rahat neredeyse., herkes oturduğu yerden medeni bir şekilde tıpkı bir tiyatro ya da sinema izler gibi izliyor maçı ama tezahüratını da yapıyor aynı zamanda. Tek istisna kale arkasındaki bir bölüm. Onlar bizim ateşli taraftarlarımız gibi sürekli ayaktalar ve tezahürat yapıyorlar. Ama onlarda bile bir düzen hakim. Etrafıma baktığımda ilginç manzaralar görüyorum. Yaşlı başlı insanlar, çocuklarıyla, torunlarıyla maça geliyorlar hem de hepsi kombine sahibi. Soruyorum, 30 yıldır 40 yıldır geldiğini söyleyenler var. Kardeşime dönüp be herhalde buradaydı, stadı bunun etrafına inşa ettiler mecbur bu da içinde kaldı diyorum, gülüşmeye başlıyoruz. Dilimizi anlamadıklarında neye güldüğümüzü de anlamıyorlar doğal olarak. Gelelim Charlton özelinde vereceğimiz derse. Aradan birkaç hafta geçti biz takımı iyice tanımaya ve benimsemeye başladık. Takım küme düşmemek için mücadele veriyor yeniyor, yeniliyor ama ortada bir mücadele var. Biz iki kardeş kötü oyunda tepki veriyoruz, bazen Türkçe bazen İngilizce oluyor bu tepkiler, adamlar istisnalar hariç pek oralı değil. Gireni çıkanı alkışlıyor, mağlup oluyor alkışlıyor, hatta o sezon sonunda takım küme düştüğünde bile 25 bin kişi ayakta takımı dakikalarca kimisi göz yaşları içinde alkışlayarak uğurladı. Biz o gün ne yaptık dersiniz, iki kardeş sizin de takımınızın da deyip hepsinin halini hatırını Türkçe sorduktan sonra stadı sinirli bir şekilde terk ettik, bize ne oluyorsa. Adamlar bozulmuyor takımın düştüğüne biz bozuluyoruz. Maç çıkışı herkes biraz maç değerlendirmesi,biraz sezon değerlendirmesi bolca da akşama ne yapacaklarının muhabbetini yapıp evlerinin yolunu tutuyor. Orada bir kere daha anlıyorum ki, Türkiye’de sistem ruh hastası futbol fanatikleri yaratıyor. Bizim sevdiğim futbol falan değil, bizim sevdiğimiz kazanma duygusu, karşıdakinin kaybetmiş olduğundan duyduğumuz haz.
Şimdi isterseniz ilk başta sorduğumuz soruyu tekrar soralım. Türk insanı futbolu gerçekten de çok mu sever?
Saygı ve sevgilerimle,
Kuyumcu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder